herkes seçtiği hayatın keyfine baksın / Herkes seçtiği hayatın keyfine baksın.✨ [Video] | Bff sözleri, Şarkılar, Gerçekler

Herkes Seçtiği Hayatın Keyfine Baksın

herkes seçtiği hayatın keyfine baksın

Hayat konusunda en çok merak edilenler

1 Kur'an-ı Kerim'e göre insanın yaratılışı nasıldır?

Kur'an-ı Kerim, insanın muhtelif yaratılış devrelerinden bahseder. Bunu ana hatlarıyla ikiye ayırmak mümkündür. Birisi; ilk insan Hz. Âdem (as)'ın, ikincisi de diğer insanların yaratılmasıdır. Bu farklı yaratılışlara bazen ayrı ayrı ayetlerde, bazen de aynı ayette dikkat çekilir. Nitekim Mü'minun suresinde;

"Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülasadan yarattık. Sonra onu (Hz. Âdem'in nesli olan) insanı sarp ve metin bir karargahta (rahimde) bir nutfe (zigot) yaptık. Sonra o nutfeyi alaka (yapışan şey) hâline getirdik, derken o alakayı mudga (bir çiğnem et) yaptık, o bir çiğnem eti kemik(lere) çevirdik (ve) o kemiklere de et (kaslar) giydirdik. Sonra onu başka yaratılışla inşa ettik (can verdik, konuşma verdik)"(Mü'minun, 23/).

Görüldüğü gibi, insanın ilk yaratılıştan itibaren geçirdiği devreler safha safha nazara verilmektedir. Bunlardan kendi yaratılış devrelerimizi anlamak, ilk yaratılışa da ışık tutacaktır.

Yukarıdaki ayet-i kerimede geçen yaratılışla ilgili hususlara, bir hadis-i şerifte de işaret edilir:

"Her birinizin yaratılışı ana rahminde nutfe olarak 40 gün derlenip toparlanır. Sonra aynen öyle (40 gün daha) alaka (yapışan şey) olur. Sonra yine öyle (bir 40 gün daha) mudga (et parçası) hâlinde kalır. Ondan sonra melek gönderilir. Ona ruh üfler" (Mehmet Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Tercemesi, VIII/).

Bu hadiste, zigot, morula ve blastula safhaları, derlenip toparlanma devresi (nutfe) olarak ifade edilmiştir. Bugün embriyoloji ilminin tespiti de yukarıda bahsedilen gelişim devrelerine paralellik gösterir. Yumurtalık kanalında döllenen yumurta, ana rahmine doğru inmeye başlar. Daha inerken bile bölünmektedir. Ana rahmine gelen yumurta, plasenta (eten=eş) oluşunca mukoza ve kasları içine iyice yapışarak gömülür. Bir başka ifade ile tohum gibi ekilir. Bu safha, ayet ve hadislerde "alaka"(*) (yapışan şey) kelimesiyle ifade edilir.

Buradaki embriyo, çıplak gözle görülmeye başladığı zaman, küçük bir et kütlesi (mudga) hâlindedir. Bulunduğu yerde gelişir ve kademe kademe bir insan şeklini almaya başlar.

Bugün ilim, insanın yaratılışı hakkında Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerin ortaya koyduğu hükümlerin ancak bir kısmını tesbit edebilmiştir. Mesela; his ve duygular, bu maddi gelişimin hangi safhasında vücutta yerini almaktadır? İlim buna henüz bir cevap bulamamıştır. Peygamberimiz (sav) ise, kırk gün sonra ruhun geldiğini bildirmekle, insan vücudunu süsleyen duyguların göreve başladığı zamana işaret etmiştir.

Zigot teşekkülünden itibaren 40 gün kadar cenin sadece büyüme kanununa tabidir. Yani, bu devre içinde hücreler bölünür ve farklılaşır. Aynı büyüme kanunu, bitki ve hayvan embriyolarında da cereyan eder. Bir başka ifade ile cenin, 40 gün sonra insan mertebesine yükselir. Nitekim bu duruma ayette; " sonra onu bambaşka bir yaratık (insan) yaptık" (Mü'minun, 23/14) beyanı ile dikkat çekilir.

Hz. Âdem (as)'in topraktan yaratıldığını bildiren pek çok ayet vardır.

"Allah sizi (Hz. Âdem'i) bir topraktan, sonra bir meniden (Hz. Âdem'in neslini) yarattı." (Fatır, 35/11).

Şu ayet-i kerimelerde de insanın topraktan yaratıldığı belirtilir: 3/59; 18/37; 22/5; 35/11; 40/67; 30/

İlk insanın yaratılışında da günümüzdeki yaratılış gibi çeşitli devreler yer alır.

"O'dur ki her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı." (Secde, 32/7).

Şu ayette de bu çamurun mahiyetinden bahsedilir:

"Andolsun biz insanı kuru bir çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık" (Hicr, 15/26).

Bu ayet-i kerimelerden, yaratılışın; toprakla başladığını, daha sonra bunun çamur hâlini aldığını anlamak mümkün. Bu çamur da süzülerek çamur özü hasıl olmuştur.

"Andolsun ki biz insanı çamurdan süzülmüş bir hülasadan (özden) yarattık."(Mü'minun, 23/12).

Daha sonra balçık halini alan bu çamur özünün zamanla değiştiği ifade edilir.

"(İblis: 'Ben bir salsaldan (kurumuş çamurdan) değişken bir balçıktan (Hamein mesnun) yarattığın insana secde edemem.' dedi."(Hicr, 15/33).

Bazı müfessirler "insanı bir nutfeden yarattık" hükmünün, Hz. Âdem (as) için de geçerli olabileceğini ileri sürerler. Onlara göre bu balçıktan nutfe hasıl edilmiştir. (Elmalılı, V/).

Bu safhaya kadar olan gelişmeler, günümüzdeki ceninin ilk dört aylık (40 günlük) durumuna benzerlik gösterir. Midedeki besinlerden spermanın süzülerek çıkarıldığı gibi, çamur da süzülerek çamur özü (sülale) hasıl edilmiştir. Bir müddet bu hâlde kalan çamur özü, balçık şeklini (Hamein mesnun) almış ve daha sonra katı hâle (salsal) sokulmuştur. Bu devreden sonra kuruyan bu balçığa insan şekli verildiğini anlıyoruz.

" sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: 'Âdem'e secde edin.' dedik"(A'raf, 7/11).

Nuh suresinde ise, gerek ilk insan ve gerekse insan neslinin merhale merhale yaratılışına da işaret edilir:

"Halbuki O, sizi çeşitli merhaleler hâlinde yarattı."(Nuh, 71/14).

İlk insanın bu safhaya kadar bitki ve hayvanlarda görülen büyüme, gelişme ve farklılaşma kanunlarına tabi olduğu söylenebilir. Artık bundan sonra ceninde olduğu gibi, yeni bir yaratılış safhası başlayacaktır. Yani, ruh bedene gelecektir. Çünkü, insanın terkip ve tesviyesi tamamlanmıştır

"sonra onu bambaşka bir yaratık (insan) yaptık"(Mü'minun, 23/14).

"Onun (şeklini) düzeltip ona ruhumdan üflediğim zaman, kendisi için derhal (bana) secdeye kapanın" (Sa'd, 38/72).

Şu ayet-i kerimede de yaratılışın bütün safhalarına işaret edilir:

"Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz, şu muhakkaktır ki biz sizi (aslınızı) topraktan, sonra (onun neslini) insan suyundan (spermadan) sonra alaka (yapışan şey)'dan daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık (ve bunları) size (kudretimizin kemalini) apaçık gösterelim diye (yaptık) sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz."(Hacc, 22/5).

Bu ayet-i kerimenin son bölümündeki hükümler, yani yaratılışta tabi olduğumuz kanunlar, günümüzde aynen cereyan ediyor. Bu bize, ayetin başında zikredilen topraktan yaratılmanın da vuku bulduğunu ifade etmez mi? Bütün bunlarla Cenab-ı Hak, dilediğini dilediği şekilde yaratacağını göstermiştir.

İnsan vücudundaki elementlerin büyük bir kısmı toprakta mevcuttur. Özellikle balçık ve yapışkan çamurda karbon (C—4) ve (N—3) molekülleri eksi değerlidir. Bunlar, topraktaki oksijen, fosfor ve hidrojenle kolaylıkla birleşerek insan vücudunun teşkilinde önemli görev almış olabilir. Ama bütün bunlar, bir kudret olmadan nasıl şekilden şekle girecektir?

Günümüz insanı her şeyi, kendi akıl ölçüleriyle değerlendirmeye çalışır. Eline bir avuç çamur alır, bundan insanın nasıl yaratılabileceğini düşünür. Bir çamura, bir de kendisine bakar. Arada hiç benzerlik yok. Ona göre bundan, ya tuğla veya çömlek yapılabilir. Çünkü kendi gücü buna yetmektedir.

Aslında tek hücreden insan yaratılması, çamurdan insan yaratılmasından daha kolay değildir. Gözle görülemeyecek kadar küçük bir hücreden, dokuz ayda şuur ve akıl sahibi bir insan süzülüyor. Zigotun bebek haline gelinceye kadar geçirdiği değişiklikleri adım adım takip etmek mümkün. Ama, hadisenin izahını nasıl yapacağız? Hangi kudret kalbi tanzim ediyor; baştan gözü, ağızdan dişi çıkarıyor? Hem de Hz. Âdem (as)'den beri bütün insanlarda aynı kanunlar hükmünü icra ediyor. Şunu itiraf etmek durumundayız ki, insanın yaratılışı gerçekten bir mucize. İster ilk insan, isterse günümüz insanı olsun, bu hüküm hepsi için geçerli.

Meselenin anlaşılmasındaki güçlük, sanırım yanlış kıyastan ileri geliyor. Biz, kâinattaki hadiselerin cereyan tarzını devamlı kendi güç, kuvvet ve ilmimizle mukayese ediyoruz. Tabii ki, sonuçta işin içinden çıkamıyoruz. Halbuki bu hadiselere Cenab-ı Hakk'ın kuvvet, kudret ve ilmi noktasından bakmak gerek. O zaman, her şeyin gerek vücuda gelmesi, gerekse ortadan kalkması o kadar kolay olur ki, şüpheye mahal kalmaz.

İlk insanın yaratılışını açıklamak hususunda evrimciler çıkmaz yoldadırlar. Bunu kendileri de itiraf ediyorlar. O halde, "Yapan bilir, bilen konuşur." kaidesince, yapanın beyanına kulak vermek gerekiyor. O, insanı topraktan yarattığını bildiriyor.

"Muhakkak sizi topraktan yarattık"(Hacc, 22/5).

Hem de en güzel şekilde:

"Biz insanı en güzel biçimde yarattık."(Tin, 95/4).

On defa evrimcileri dinleyenlerin, hiç olmazsa bir defa da Yaratan'ın fermanlarına nazar etmesi gerekmez mi?

(*) "Alaka" kelimesinin manalarından birisi "kan pıhtısı" diğeri de "yapışan" veya "asılıp tutunan şey"dir. "Yapışan şey" ceninin bu safhasına daha uygun düşmektedir.

2 Hapşırmak Allah'tan, esnemek şeytandanmış, neden böyle açıklar mısınız?

Hapşırmak, genellikle vücudun hafifleşmesine, rahatlamasına, dinçleşmesine, bazı mikropların bu yolla vücuttan atılmasına ve sağlıklı olmasına vesile olmaktadır. Bu ise, bir güzellik ve bir nimettir. Onun için hapşırırken Allah’a hamd edilir. Hapşırma fiili, bir nimet olması yönüyle Allah’a izafe edilmiştir.

Esnemek ise, genellikle vücudun ağırlaştığı, gevşediği ve tembelliğe meylettiğinin bir göstergesidir.

Esnemenin şeytandan olduğunun ifade edilmesi ise, şu hikmetten olabilir. Şeytan insanı -fazla yemek, fazla içmek, fazla uyumak gibi- nefsânî arzu ve isteklere davet etmektedir. Bunlar ise, esnemeye sebep olan şeylerdir. Bu ifadeyle, insan o tür israflar konusunda uyarılmıştır.

Bu sebepledir ki, bir rivayette Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

"Allah hapşırmayı sever, esnemeden hoşlanmaz. Öyleyse sizden biri hapşırır ve Allah'a hamdederse, bunu işiten her Müslüman üzerine, 'yerhamukâllah' demesi hak (bir vazife)dir. Ancak esnemeye gelince, işte bu, şeytandandır. Biriniz namazda esneyecek olursa, imkân nisbetinde kendini tutsun ve 'hah' diye ses çıkarmasın. Zira bu, şeytandandır, şeytan kendisine gülüyor demektir."[Buhârî, Edeb , , Bed'ül-Halk 11; Müslim, Zühd 56, (); Ebû Dâvud, Edeb 97, (); Tirmizî, Salât , (), Edeb 7, (, )].

Hattâbî: "Allah'a nisbet edilen sevmek, hoşlanmamak gibi ifadelerin manâsı, hapşırma ve esneme fiillerinin sebebine bakar. Zira, hapşırma bedenin hafifliğinden, mesâmâtın açılmasından ve fazla doygunluğun olmayışından ileri gelir. Bu, esnemenin zıddı bir haldir. Çünkü o, bedenin iyice dolmuş olmasından, bir de çok ve karışık yemekten hâsıl olan ağırlıktan ileri gelir. Önceki hal, ibâdet için şevk verir. İkinci hal bilâkis gaflete sevkeder." der.

Esnemede kendini tutma emri, esnemeyi durdurmanın kişinin elinde olduğu ma'nâsına gelmez; çünkü esneme hâsıl olunca onun gerçek şekilde durdurulması mümkün olmaz. Öyleyse buradaki durdurma, esnemenin tabiî şekilde olmasını önlemek, ondan meydana gelecek vücud hareketlerini asgariye indirmektir. Burada geçen hadiste "namazda" diye kayıtlarken bazı rivayetlerde namaz diye bir kayda yer vermez ve "Biriniz esneyecek olursa" diye mutlak gelir. Bir rivayette: "Biriniz esneyecek olursa elini ağzı üzerine koysun, esnerken çıkan 'hah' sesine izin vermesin, zira şeytan ona güler." denmiştir.

Esnemenin şeytandan olması, şeytanın bunu sevmesindendir. Çünkü, şeytan insana gaflet veren, hayrını azaltan, namazını kesen her şeyi sever. Ayrıca, esneme umumiyetle çok yemekten hâsıl olan bir hâlettir. Çok yeme de şeytan işidir. Türbüştî şu açıklamayı sunar: "Bunun şeytana nisbeti, şeytanın, kulun Allah'ın önünde duyacağı huzur ve kendinden geçercesine yapacağı mürâcaattan alacağı zevk gibi mendub şeyler arasına girmeyi sevmesindendir."(bk. İbn Hacer, adsı geçen hadisin şerhi; İbrahim Canan,  Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 10/)

İlave bilgi için tıklayınız:

- Peygamber Efendimizin hiç esnemediği söyleniyor, doğru mu?

3 Eşcinsellik Kuran'da nasıl anlatılıyor?

Bu konuda farklı yaklaşımlar olabilir. Ancak bizim tespitlerimize göre, insanlar yaratılışlarının gereği olan duygu ne ise onda sabit kalmalı, sonradan meydana gelen yaratılışları zıddına bir duygu sapmasına yönelmeyi makul ve meşru saymamalılar. Yani yaratılışında erkek olan, giyimi, kuşamı ve her türlü davranışlarıyla yine erkek olarak kalmayı esas almalı; kadın olan da her haliyle yine kadın olarak kalmayı vazgeçilmezi olarak bilmeli, sonradan meydana gelebilen bir duygu sapmasının peşine düşüp de cinsiyet değiştirmek gibi bir eğilime girmemeliler

Bilindiği üzere şahsın kimliğini yaratılıştaki cinsel organı ispat eder. İşte bu organın gereği ne ise onda kalmalı, sonradan bunun aksi duygu duymayı bir gerekçe olarak görüp de zıt duyguya yönelmemeliler. Şayet gerçekten de bir duygu sapması oluyor da erkek olduğu halde kadınsı duygu duyuyor; kadın olduğu halde erkeksi duygu taşıyorsa bunun çaresi, bu duyguya uymak değil, bunu geriye atıp yaratılışının gereği olan duyguya kuvvet kazandırmak, o duyguyu öne almak, onun için gerekli olan ortamı sağlayıp gerekiyorsa tedaviye yönelmektir. Şu ya da bu telkinle sonuçsuz cinsiyet değiştirme eğilimine girmemektir.

Bundan dolayı da çocukluk günlerinden itibaren tedbir alınır, erkeğe erkek giyim kuşamında, kızlara da kız giyim kuşamında ısrarlı olunur ki; duygu sapmasına zemin hazırlayacak bir ortam oluşmasın. Bu sebeple kadın kadın gibi giyinir, kuşanır, kadın gibi davranır; erkek de erkek gibi giyinir, kuşanır erkekçe davranır, kadına benzeyecek davranışlardan uzak durur. Yani erkekler erkeklik duygusunu besleyip korumalı, kadınlar da kadınlık duygusunu besleyip korumalıdırlar. Ameliyat olarak kadının erkek olması yahut da erkeğin kadın olması olayı bir çare olmamıştır. Sonunda ilk yaratılışı ne ise ona dönmek söz konusu olmuştur

Her cinsin kendi özelliğini korumada ısrarlı olması tespitimizi arz ettikten sonra gelelim yaratılışta var olabilecek her iki organ sahiplerinin durumlarını nasıl tespit edecekleri konusuna.

Bir insanda hem erkeklik hem de kadınlık organı birlikte bulunsa, yani yaratılışında iki cinsin de işareti mevcut olsa bunlar durumlarını işaretlere bakarak tespit ederler? Göğsü büyümüyor, sakalı uzuyorsa, erkeklik organından idrar yapıyorsa; bunlar erkeklik yönünün geliştirilmesine işaret olur. Aksi ise aksine işaretlemiş sayılır. Kestirilemiyorsa etkili olan duygusunun gereği geçerli olur.

Sözün özü: Yaratılış esastır. Sapan duygular tedavi ile yaratılışa uygun hale getirilir, sapmalara normaldir diyerek teşvikte bulunulmaz.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Eşcinsellik günah mı? Bu duygu nasıl kontrol altına alınabilir?

4 Yeni doğan çocuk neden ağlar? İnsan doğduğu vakit şeytan ona dokunur o da ağlar diye bir hadis okudum?

Söz konusu hadis sahihtir. Hz. Ebu Hureyre anlatıyor: Hz. Peygambe r(a.s.m)’den şunları duydum:

“Adem’in çocuklarından hiçbir çocuk yok ki, doğduğu an, şeytana ona dokunmuş olmasın. İşte doğarken ağlaması, şeytanın dokunmasından kaynaklanmaktadır. Meryem ve oğlu bundan müstesnadır.”

Ebu Hureyre, bunu anlatırken, Hz. Meryem’in annesinin kendisi için yaptığı duayı bildiren şu ayeti okudu:

“Rabbim! funduszeue.info da, onun neslinden gelecekleri de o melun şeytanın şerrinden korumanı niyaz ediyorum." (Al-i İmran, 3/36) (Buharî, Enbiya, 44). 

Buradaki şeytanın dokunması ve çocuğun ağlaması değişik şekilde yorumlanmıştır. Bazılarına göre, şeytanın dokunmasıyla meydana gelen ağlama, aslında çocuğun dünya hayatında karşılaşacağı sıkıntıları hissetmesinden kaynaklanmaktadır. Bazılarına göre, çocuk şeytanın dokunmasından duyduğu acıdan dolayı ağlamaktadır.

Ayette konunun Hz. Meryem ve oğlu Hz. İsa (as) ile birlikte değerlendirilmesi, şeytanın bu dokunmasının insan hayatı boyu tabi olduğu ilahî imtihanda karşılaşacağı şeytanî telkinlerin, vesveselerin varlığına dikkat çekmeğe yönelik olduğunu göstermektedir.

Hz Meryem gibi -evlenmeden çocuk doğuran- seçkin bir anne ile, Hz. İsa (as) gibi, özel bir statüye bağlı olarak babasız doğan, seçkin bir çocuğun; şeytanın dokunmasından korunmuş olması, hayatları boyunca, masum, şeytanın şerrinden uzak olacaklarının bir simgesi gibidir. 

Şöyle bir değerlendirme de yapılabilir: Tıp ilmine göre, çocuğun ağlaması artı bir puandır. Akciğerlerin açılmasına vesile olur. Çocukların  ağlama reflekslerinin çokluğunun bir hikmeti de, yeni hayatta ilgili reflekslerin gelişmesine katkı sağlamak olabilir. 

Bu sebeple, şeytanın dokunması, hayattaki imtihanı simgeleyen bir olay olduğu gibi, aynı zaman da tıp ilminin ön gördüğü -hatta daha bilgisine ulaşmadığı- hikmetleri ifade eden simgesel bir hakikat da olabilir. Bu sebeple, ağlamayı iyiliğe veya kötülüğe işaret çıkarmanın bir dayanağının olmadığı kanaatini taşıyoruz. Zaten masum çocuklara hep güzel olarak bakmak ve geleceklerini öyle ümit etmek gerekir.

5 Kızların kaç yaşında evlenmeleri uygundur? Hz. Aişe kaç yaşında evlenmiştir?

- İslam alimlerinin kabul ettiği görüşe göre, erginlik çağının tespiti, kadınlar için âdet görmek, erkekler için de ihtilamdır. Kadın için adetin başlangıcı dokuz yaş (erkekler için on iki yaş) civarıdır. Bu duruma girmiş kadın ve erkekler, ergin ve mükellef kabul edilir. Bu haller görülmediği takdirde, erginlik çağı on beş yaş olarak kabul edilir.(bk. Reddu’l-muhtar, 1/; Cezerî, el-Fıkhu ala’l-mezahibi’l-arbaa, 1/; Zuhaylî, İslam Fıkhı, 1/).

- Yaş itibariyle erginlik çağını kadınlar için on yedi, erkekler için on sekiz-on dokuz yaşları kabul eden alimler de vardır. (bk. Mebsut, 7/şamile)

- Sıcak bölgelerde erginlik çağı ve evlenme yaşı, diğer bölgelere göre daha önceden başlar.

- Alimlerin büyük çoğunluğuna göre, adet görmenin ilk sınırı dokuz yaştır. Adet görmek, artık ceninin / çocuğun barınabileceği bir ortamın hazırlandığı anlamına gelir. Bu tekvinî / biyolojik hazırlık, aynı zamanda adet gören kadının evlenmeye müsait olduğunu gösteren ontolojik bir belgedir.

- Bütün bu bilgilerin ışığında denilebilir ki, Hz. Aişe’nin dokuz yaşında evlenmesi, iki şekilde değerlendirilir:

Birincisi, Araplar, kız çocukları adet gördükten sonraki yaşları ile bilinirdi. (bkz. Musa Carullah, Hatun, 81, Kitabiyat Yay. Trc. Mehmet Görmez)

Buna göre, rivayetlerde geçen bilgileri bu açıdan değerlendirmek gerekir. Ayrıca Hz. Aişe’nin on yedi-on sekiz yaşlarındayken evlendiğini gösteren bilgiler de vardır.

İkincisi, eğer bu bilgileri doğumdan itibaren düşünecek olursak, o zamanın adetlerine uygun olduğu gibi, ontolojik ilahî yasa bakımından da son derece etiktir.

Ayrıca, o dönemin şartları ve kültürel koşulları içinde ahlaki ve normal olarak kabul edilen ve son derece doğal olarak algılanan  ‘kız çocuklarının küçük yaşta evlenebilmesi’ gibi bir olgunun; bugünün modern dünyasının, rasyonel aklın hükmettiği kültürel değerlerin oluşturduğu bir dünyada anormal olarak kabul edilmesi ve eleştirilmesi, dini ölçüler bir yana bırakılacak olursa bile, hakkaniyetli bir tarihçinin, sosyoloğun yahut antropoloğun makul bulmayacağı bir durumdur.

Modern çağın çocuklarının, insan fıtratındaki doğal normallik ölçütlerini; kendi yaşadıkları sosyal çevrenin ve kültürel zihniyetin asimilasyonu içerisinde, onun normlarına uygun olarak; doğal yahut anormal kabul etmesi şuna benzemektedir: Örneğin dünya toplumlarının bir çoğunda, eş seçiminin erkek tarafından yapılması ve evlilik teklifinin de erkek tarafından yapılması fıtri ve doğal kabul edilmekte, tersi bir durum anormal olarak görülmektedir.

Öte yandan, antropologların tespit ettiği pek çok kabile kültüründe ise, kadın eş seçimini yapmakta ve evlilik teklifinde bulunmakta, erkek daha pasif bir rol oynamaktadır. Oysaki bu iki durum göstermektedir ki, insan fıtratında her iki duruma da yer vardır. Demek ki, çoğu zaman ahlaki değer yargısı olarak görülen şeyler, alışkanlıkların oluşturduğu bir bakış açının ürünüdür, sağlıklı bir zihniyetin değil.

Bu durumda; Arap yarımadasında kız çocuklarının erken evlenmesinin yadırganmaması, her kültür ve topluluğun kendi normlarına uygun olarak uygulayabileceği bir cevaz dairesini göstermektedir. Bu nedenle, bu ilahi izinden, bu normların yaygın olmadığı ve kültürel değerlerin oluşmadığı yerlerde, kız çocuklarını erken evlendirmenin uygun ve makbul olduğu yargısını çıkarmak yanlış olabileceği gibi; kültürel olarak buna zemini müsait bit toplumda, kız çocuğunun travma yaşamayacağı ve son derece doğal algılayacağı koşullar içinde evlenmesinin yanlış olacağı fikrini çıkarmak da sağlıksız bir düşüncenin ürünüdür.

Nitekim, Türkiye coğrafyasında bir iki nesil öncesinde birçok insanın ninesinin on dört-on beş yaşlarında evlendirilmiş olması ve bu durumun son derece doğal kabul edilmesine karşın, şimdi değişen normlar nedeniyle bu durum son derece çirkin bir zulüm olarak görülmektedir.

Sonuç olarak; ilahi hükümlerin her zamanı her toplumu, her türlü değişen normları ve kültürel değerleri göz önüne alarak, helal haram dairesinin bu geniş çizgi içerisinde verildiğini; ancak uygulamada toplumların kendi ahlaki yapıları içinde, o geniş daireden kendi normlarına en yakın hükümleri uygulamalarının doğru olacağını söylemek mümkündür.

- “Dininizin üçte birini Aişe’den alırsınız.” (Mebsut, 5/) manasına gelen hadis-i şerifin işaret ettiği gibi, İslam dininin üçte birini ümmete öğretecek bir  öğretmenin uzun bir süre Hz. Peygamber (a.s.m)’e öğrencilik yapması, arkadaşlık etmesi gerekir. Dokuz yaşında evlendiğiyle ilgili rivayeti esas alırsak, eğer Hz. Aişe on sekiz yaşına kadar evlenmemiş olsaydı, Hz. Peygamber (asm) ile evlenmesi asla mümkün olmayacaktı. Çünkü, kendisi on sekiz yaşındayken Hz. Peygamber (asm) vefat etmiştir.

Daha geniş bilgi için tıklayınız:

Hz. Aişe Peygamberimizle kaç yaşında evlendi?

6 Gerçek dindar nasıl olur?

Gerçek bir dindarın nasıl olması gerektiğini bilmeyenler, zaman zaman çok yanlış hükümler veriyorlar. Dindar olmayan birini, dini tam yaşayan bir insan sananlar, genellikle dinden ve inançtan uzak durmaya çalışıyorlar.

- Niçin dindar olmayanı dindar sanıyorlar?

Çünkü dinî konuda maalesef büyük bir cehalet hüküm sürmektedir. Bu sebeple de özden fazla şekle ve görüntüye bakarak insanların ne kadar dindar olduklarına karar veriliyor. Meselâ, "Çok dindar bir adam: üç kere hacca gitmiş!" deniliyor Beş vakit namaz kılanlara, bir çok yerde "hoca" denildiği gibi, örtülü hanımlara da "din âlimesi" nazarıyla bakılabiliyor.

Geçmiş yıllarda, birçok eski öğrencim, sırf başörtüleri sebebiyle caddede, otobüste, trende fıkhî bazı sorular sorulduğundan şikâyetçiydiler. Çünkü sorulan soruların cevaplarını onlar da bilmiyorlardı. Ancak kılık kıyafetleri sebebiyle, cevapsız kalmaları çoğu zaman yadırganıyordu. Birçok yaşlı başlı Müslüman, "Kızım madem namaz konusundaki bu sorunun cevabını bilmiyorsun, başını neden örtüyorsun?" diye soruyorlar. Hâlbuki o gençler de daha yeni yeni dinlerini öğrenmeye başlamışlardı.

Her gördüğümüz sakallı, nasıl hacıbaba oluyorsa, her örtülü hanım da, hemen dinde âlim ve çok dindar bir kimse sanılabiliyor.

- Peki, gerçek dindar nasıl olur?
- Örnek ve vasıflı bir Müslüman hangi özellikleri taşır?

Akla ve İlme Dayalı Bir İman Sahibidir

Vasıflı dindarın ilk özelliği, akıl, mantık ve bilgi temeline oturan sağlam bir imandır. Şeksiz şüphesiz bir inancın sahibidir. Gerçekten dindar olan kişi, neye, nasıl inandığını bilir. Bu bilgisi sebebiyle, aykırı fikir ve inanışlara karşı söyleyecek sözü vardır.

İnancı konusundaki her şeyi bilmese de, her sorunun cevabı bulunduğunu bilmenin rahatlığı içindedir. En azından bu cevaplara nasıl ulaşacağını öğrenmiştir.

Aksi halde, son dönem yeniçerilerine benzer. Hani onlardan biri çoktandır kızdığı bir Yahudi'yi, "Niçin bana çarptın?" bahanesiyle atmış yere ve başlamış bağırmaya:

- Tez Müslüman ol!.. Yoksa sen bilirsin!..

Yerde sırtüstü yatan Yahudi, başının üstünde parıldayan kılıcı görünce, işin vahametini anlamış ve hemen,

- Peki, demiş, ne diyeyim de Müslüman olayım kuzum? Yeniçeri başlamış düşünmeye Ama ne denilip de Müslüman olunacağını bir türlü çıkaramamış:

- Onu ben de bilmiyorum, demek zorunda kalmış?

Bu Yeniçeri ilk bakışta dindar bir insan gibi görünebilir mi? Her ne kadar din gayretiyle harekete geçiyorsa da yaptıkları ve yaptırmak istedikleri itibariyle asla iyi bir Müslüman sayılmaması gerekir.

Zira iyi bir Müslüman, inancın zorla, baskıyla, dayatmayla benimsetilemeyeceğini, hatta böyle metotların daima ters teptiğini gayet iyi bilir.

Bırakınız başkasını ve yabancıyı, kendi öz çocuğunu bile zorlayarak, tahakküm ederek, dayatarak imana ve ibadete getiremeyeceğinin bilincindedir. Akıllı ve medenî insanlar ancak ikna ile imanı benimseyebilirler. Ya da imanın güzelliklerini bir Müslüman'da görerek sevip inanırlar. Çünkü gerçek iman, tamamen candan, gönülden ve içtenlikle kabul edilendir. Maddî ya da manevî baskılar, korkular, çıkarlar söz konusu olursa, hakikî imana ulaşılmaz.

İmanın güzelliğine ulaşmış olan, o güzelliği güzelce paylaşmak ister.

Kendisini Din Polisi Gibi Göremez

Bir başka mesele de gerçek dindar, kendisini din polisi gibi göremez. O. kalplerin derinliklerinde gizli olanı araştırmakla görevli değildir. Bu sebeple zahire göre hükmeder. Hz. Peygamber (sav) sırf görünüşte Müslüman olan, aslında imana gelmemiş münafıkları mescidinden dahi uzaklaştırmamıştır. Zaten onları herkese ilân da etmemiştir. Onlar inançsızlıklarını dışarı yansıtıp zarar vermedikleri sürece Müslümanların arasında, hatta mescidinde kendilerine daima yer bulmuşlardır.

Bir savaşta, sahabe-i kiramdan biri, zorlu bir mücadeleye girmiş ve sonunda güç halle rakibini yere düşürüp kılıcını onun boynuna indirmek için kaldırmıştı. İşte tam bu sırada, yerde yatan adam, 'lâilâhe illallah' (Allah'tan başka ilah yoktur) deyivermişti. Ancak bu iman belirtisi, kılıcın boynuna inmesini önleyemedi. Zira son anda ölüm korkusundan söylendiği açıktı.

Ne var ki bu olayı duyan Allah Resulü (sav) fevkalâde üzüldü ve çok nadir kızgınlıklarından birini gösterdi. Sahabi defalarca dedi ki:

- Ey Allah'ın Resulü, adam benimle sonuna kadar mücadele etti. Eğer becerebilseydi beni öldürecekti. Son anda söylediği tevhid kelimesi ölüm korkusundandı

Efendimiz'in (sav) üç kere tekrarladığı cevap ne kadar ibretli, ne kadar hassas ölçülü ve ne derece düşündürücüdür:

- Kalbini yarıp baktın mı? Kalbini yarıp baktın mı? Kalbini yarıp baktın mı? (bk. İbn Mace, "Fiten," 1; İ. Kesir, Tefsîru Kur'ani'l-Azîm, );

Evet, kimse kimsenin samimiyetini ölçmekle vazifeli değildir. İmanda samimiyet ölçmek yetkisi hiç bir insana verilmemiştir.

Herkes kendi samimiyetini ölçmeli ve derecesini artırmaya çalışmalıdır. Zira ancak bundan sorumludur.

Başkasıyla Değil Nefsiyle Uğraşır

Vasıflı bir dindar, başkasının imanıyla, ibadetiyle ve ihlâsıyla uğraşmaz. Çünkü onun ilk ve en önemli düşmanı, daima kötülükleri emreden nefsidir. Dolayısıyla asıl savaşı, şeytanla işbirliği yapmış olan nefsine karşı verir.

Başkalarına hüsn-i zan besler. Ötekileri daima kendinden yüksek bilir. Ve hiçbir zaman yükseklik iddiasında bulunmaz. Bilir ki, "Ben yükseğim, yüceyim!" diyen, alçaktır. Çünkü İslâm ahlâkında iman, ibadet ve ahlakıyla övünmek düşüklük ve hastalıktır.

Gösterişten Uzaktır

Hayır hasenatı bile sevabı kaçmasın diye gizli yapan Müslüman "sağ elinin verdiğini sol elinden" (Buhari, Ezan 36) gizlemeye çalışır. Verdiğinin karşılığını sadece Allah'tan beklediği için, mümkün mertebe gösterişten, hayrını açıklamaktan kaçınır.

Dindarlığı Rant Olarak Kullanmaz

İdeal dindar, dindarlığını bir rant olarak kullanmaktan Allah'a sığınır. Eğer sırf dindarlığı sebebiyle, ya da onu âlet ederek bir menfaat sağlıyorsa, dinini dünyaya satmış olacağını bilir. Fanî dünyanın basit ve kıymetsiz cam parçalarını âhiretin paha biçilmez elmaslarına tercih etmek, gerçekten dindar olanın işi değildir.

Daima Ölümle İrtibatlıdır

Vasıflı dindar, daima ölümle irtibatlıdır. Bu sebeple geniş görüşlü, engin ve derin bakışlıdır. Âhiret boyutlu düşünür. Dünyada kendisini emanetçi bilir. Asıl yatırımını daimî, bakî ve kalıcı olana yapar.

Bu sebeple "Ne dünya umurundan (işlerinden) kazandığına memnun, ne de kaybettiğine mahzun olur."

Her işinde, "Rabbim razı olsun, yeter!" diye düşünür, "O razı olsa bütün dünya küsse ehemmiyeti yok!" der. Zaten Rabbini razı eden, başkalarını da memnun ve mutlu eder.

Kul Hakkından Titrer!

Kul hakkı yeme korkusu, vasıflı dindarı titretir. Daima üç kuruş az kazanmaya razıdır. Gönül kırmaktan hep uzak durmaya çalışır. Bağışlanması çok zor olan kul hakkını yemektense, az kazanca ve kendisi kırılmaya gönüllüdür.

Günümüzden 55 yıl önce, gazete haberi olmuş böyle bir güzellik yaşanmış İstanbul'da?

Artvinli Hasan Efendi Kocamustafapaşa'da, ihale ile bir bina satın alır. Satış gerçekleşir, binanın tapusu da artık elindedir. Fakat bina ihale ile ve avukatı aracılığı ile satın alındığı için içi rahat etmez. Uzman bir mühendisi, binaya fiyat biçmesi için görevlendirir.

Görevli mühendisin binaya biçtiği fiyat, kendisinin ödediği miktardan bin lira daha fazladır. O zamana göre çok önemli bir paradır. Fakat Hasan Efendi'nin vicdan rahatı, bu liradan daha önemlidir.

Binanın hissedarlarını bulur, hepsine bu bin lirayı paylaştırır:

- Kanunen binayı liraya aldım ama vicdanen lira daha ödemek mecburiyetindeyim, der!..

İşte bu Artvinli Hasan Ağa, Tema Vakfı'ndan tanıdığımız muhterem Nihat Gökyiğit Beyefendi'nin babalarıdır.

Artvinli tüccar Hasan Efendi neden böyle bir fazileti gösterebiliyor? Çünkü bu inanç ve onun dışarıya ahlâk güzelliği olarak yansıması babasından bir mirastır.

Babası Artvin'de dürüstlüğü ile tanınan bir tüccardı. Ermeni tehciri sırasında o da benzeri bir güzelliği bizlere hatıra olarak bırakmıştı?

Varlıklı bir Ermeni, göç emrini alınca bu zata gelir ve der ki:

- Bildiğiniz üzere, biz bütün malımızı mülkümüzü bırakıp gitmek zorunda kalıyoruz. Ben mevcut gayr-ı menkullerimi altın karşılığı sana bırakayım. Senden başka kimsenin de gücü yetmez. Sen almazsan öylece bırakıp gitmek zorunda kalacağım.

- Peki! Parayı hazırlayıp getireceğim, der bizim tüccar

Dediği gibi de yapar. Ermeni çok sevinir. Dualar eder, helâlleşip ayrılırlar. Fakat bu muhteremin içi bir türlü rahat değildir. Hesap eder kitap eder, Ermeni'nin sıkışarak bu fiyata sattığı mallarının, en az 10 bin alım fazlasını edeceğine hükmeder.

Ve bu parayı da hazırlayıp Artvin'i terk etmesine ramak kala Ermeni'ye verir. O zaman bu hakperestliğe o Ermeni Osmanlı vatandaşı hayret etmiştir ama simdi neredeyse, bizler de inanılmaz buluyoruz.

İşte vasıflı dindar bu idi Hâlâ da budur

Vasıflı dindar, düşmanına bile dosdoğru davranan adamdır. Çünkü o, "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hud, 11/) emrini Rabbinden alınca, "Bu sûre beni ihtiyarlattı!" ( Tirmizi, Tefsirusure 56) buyuran Yüce Resûl'ün bağlısıdır.

Vasıflı dindar, en önemli uyarıyı bile incitmeden yapabilen bir nezâketin temsilcisidir. Nezaketi bir üslûp inceliği olarak yansır muhatabına

70 yıl önce, küçük ve yemyeşil bir Anadolu şehrine genç bir hakim tayin edilir. Şehrin eşrafından bir ticaret adamı, bu genç hakimi evine yemeye çağırır. Güzel bir gündür. Evlerin geniş bahçelerini dolduran meyve ağaçlarının dalları sokağa kadar sarkmaktadır. Bu güzel meyvelerden birine uzanan hakim, bu gün görmüş vasıflı Müslüman'dan şu çok nezih ikazı alır:

- Hakim Bey bu bahçe bize ait değildir. Bizimkisi iki bahçe sonradır

Hakim Bey elini çekiverir. Yüzü hafifçe kızarır ama bu uyarı üslûbuna da hayran kalır. Yarım asır sonra der ki:

- Meslek hayatımın ilk gerçek ve uygulamalı hukuk dersini bu Zat'tan aldım ve asla bir daha unutmadım

Vasıflı dindar, yaratılanı, Yaratan'dan ötürü hoş gören ve seven bir anlayışın insanıdır. O günaha kızar, günahın kötülüklerine düşmanlık eder ama günahkârı sever. Günaha düşman, ancak, günah işleyen kişiye dost olur. Bu dostlukla, günah ile günahkârı birbirinden uzaklaştırmaya çalışır. Meselâ, içkiye düşmandır ama alkolik adama dosttur, sevgi gösterir. Çünkü o kötü alışkanlığın esiri olan, ancak sevgi ve dostlukla kurtarılabilir.

Vasıflı dindar, günahları açan, ilân eden ve bundan zevk alan bir kişi olamaz. Tam tersine o, günahları örter. Hataları, kusurları, günahları eşelemek ve teşhir etmek istemez. Bu gibi olumsuzlukların sahiplerine merhamet eder, acır. Kurtulmalarına duacıdır, yardımcıdır

Zarar verene zarar vererek aynı derekeye düşmek istemez. Isıranı ısırma küçüklüğüne tenezzül etmez. Bunaldığı zaman, "Ne yapayım. Allah yaratmış." der, olumsuzluklara karşı sabrını bereketlendirmeye çabalar.

Vasıflı dindarda Allah'ın güzel isimlerinin tecellisi görünür. Meselâ vericidir. Karşılığını Rabbinden bekleyerek verir. O bilir ki, "Veren el, alan elden üstündür."

Verdiklerini başa kakıp da onların manevî getirisinden kendisini mahrum etmez. Çünkü vasıflı dindar, yaptığı hayrı, verdiği zekâtı, sadakayı hemen unutan ama kendisine yapılan iyiliği unutmayan bir şahsiyettir.

Ölçüsü takvadır, insanı ancak ahlâk, fazilet ve takva bağlılığının üstün kılacağını bilir. Bu sebeple insanları değerlendirirken, makamlarını, paralarını ve etnik köklerini değil, maneviyatlarını dikkate alır. Asalet ahlâka bağlılıkta Cenab-ı Hakk'a kullukta, Resulü'nün yaşadığı gibi yaşamaktadır.

Vasıflı mü'min, mütevazîdir. Gül bitirmek için toprak olmaya razıdır.

Hizmetle öne çıkar, ücret zamanı geride durur.

Mütefekkirdir. Kâinatı bir kitap gibi okumayı bilir. Eserden müessire giden yolu gönül gözü ile de görür. Sürekli Rabbi ile olmanın iç huzurunu dolu dolu yaşar. Bu sebeple başkalarını üzen ve korkutan birçok şey onun gözünde hiçtir.

Allah'a iman, kalbinin cenneti olur. Bu huzuru tattığı için, asla yalnızlık duygusu çekmez, ümitsiz olmaz. Çünkü Allah'la beraber olan asla yalnız değildir.

Diğer mü'minlerle öncelikli ortak paydası, ticaret, siyaset, ırkî bağlar değildir. Din kardeşliği ile Tevhid inancı etrafında sarsılmaz bir kenetlenmenin kopmaz halkasıdır.

Bundan dolayı bütün mü'minleri bir vücudun azaları gibi görür, dertleriyle dertlenir, sevinçleriyle bayram eder.

Vasıflı Müslüman, müteşebbistir, çalışkandır. Ama asla ihtiras sahibi değildir.

En iyi neticeyi almak için, bütün helâl ve meşru yolları dener. Ancak netice ne olursa olsun razıdır.

Kanaatin bitip tükenmek bilmeyen bir hazine olduğunu bilir. Rızkın Allah'a ait olduğunun, ecelin şekil ve vakit olarak bir olduğunun idrâkindedir.

Vasıflı dindar, herkesin iyiliğini isteyen ve buna elinden geldiğince çalışan bir yeryüzü meleğidir.

Vasıflı dindar gönül adamıdır. Beklenen adamdır.

Gönüllerin daima özlediği ve beklediği adamdır.

Teselli veren adamdır.

Gönlündeki iman zenginliği ile her daim mütebessim adamdır. Neşe ve huzur veren adamdır.

Sevgiyi seven, düşmanlığa düşmanlık eden adamdır.

İki gününü eşit etmemek için, sevgi yolunda her gün ileriye doğru giden adamdır.

Dünya maddeten ve manen yaşanılabilir bir yer olarak kalacaksa, vasıflı dindarların sayılarının çoğalması gerekiyor demektir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Peygamber Efendimzin Örnek Ahlakı hakkında geniş bilgi için tıklayınız.

7 Nefis nedir; bu düşmanımıza karşı neler yapıp ondan korunabiliriz?

Nefis, bir şeyin zâtı, kendisi, hakikati; ruh, kalp, can; ruh ile bedenden mürekkep olan ‘zât’ veya bedene müdebbir olan ruh, şehvet ve gazabın başlangıcı olan kuvve; insandaki kötü vasıfları toplayan bir asıl gibi farklı şekillerde tarif edilir.

Nefs-i Emare,
kötülüğe aşık, harama düşkün, sefahate hayran, sarhoş; hep pislerden ve pisliklerden hoşlanan zavallı, hayırlı işlerde tembel ve ürkek, şerde cesur ve atılgan bozuk mizaç demektir.

Bu sorunun biraz uzun, ama özet tarzında analiz edilmesi gerekir. Yani nefsin bazı özelliklerini ve bu özelliklerin nasıl ıslah edileceğinin izah edilmesi konuyu aydınlatacaktır.

1.Nefsin en büyük özelliği Rabbini tanımak istememesidir. Bu noktada onun ıslahı ancak tefekkürle olmaktadır. Yani Allah’ın her yerde tecelli ettirdiği azamet ve büyüklüğünü görmesi ile olacaktır. Allah her yerin hakimidir. Her şeyi idare eden o olduğu gibi, her şeyin yaratıcısı da o dur.

2. Nefsin bazı şehvet duyguları var ki, bunların ıslah edilmesi ancak oruç ve ibadet ile olmaktadır.

3.Nefsin gadap duygusu da vardır. Bu duygunun ıslahı kendi akıbetini ve sonunu tefekkür ile olacaktır. Yani “şu anda ben kuvvetliyim etrafıma zarar verebilirim, ama belirli bir zaman sonra ben de aciz ve ihtiyar olacağım. Allah adil olduğu için bana kuvvetli insanları musallat edecektir. Öyle ise bu şiddeti göstermemeliyim.

4. Nefsin aklı yanlış kullanıp cerbezeye götürme durumu da vardır. Bunun ıslahı ise, ilim ile doğru kitapları okumakla olacaktır.

Nefis terbiyesini "nefsi öldürmek" şeklinde uygulayanlar nefsin hoşuna giden her şeyden uzak kalırlar. Bunun neticesinde; dünyayı sevmez, hırs göstermez, inat etmez, hiç öfkelenmez bir hale gelebilirler. Bunun da bir nefis terbiyesi olduğunu kabulle beraber, nefsi öldürmek yerine, onu hayra yönlendirmenin daha iyi olacağı kanaatindeyiz. Birincisi, huysuz atın yemini kısıp, onu zayıflatarak ona hakim olmaya; ikincisi ise, yemini normal verip, ama onu iyi bir terbiyeden geçirerek güçlü bir atla hedefe daha kısa zamanda varmaya benzer.

Evet, dünyanın sevilecek tarafları vardır, sevilmeyecek yönleri vardır. Hırs gösterilecek yerler vardır, gösterilmeyecek yerler vardır. İnadın güzel olduğu durumlar vardır, çirkin olduğu durumlar vardır. Öfkenin kötü olduğu haller vardır, iyi olduğu haller vardır.

Dünyayı, Cenab-ı Hakk'ın isimlerine ayna ve ahirete bir tarla(1) olarak sevmek güzeldir. İnsanın heveslerine hitab eden ve gaflet perdesi olan yönünü sevmek çirkindir. (2) İlimde ve hizmette hırs göstermek güzeldir, şöhret için malda ve makamda hırs göstermek çirkindir. Hakta inat etmek güzeldir. Batılda inat etmek, çirkindir. Zalimlere öfke duymak güzeldir, müminlere öfke duymak çirkindir.

İşte, nefsin mahiyetinde yer alan duyguların, arzuların hayra yönlendirilmesi, nefsin öldürülmesinden, yani büsbütün sesini kesmekten çok daha faydalıdır. (3) Bu ise, nefsin arzu ve isteklerine iyi bir mecra bulmak, onu hayırlı şeylere sevk etmekle olur; coşarak çevreye zarar veren bir nehrin önüne baraj yapmak ve onunla çevreyi sulamak gibi.

Kaynaklar:

1. Acluni, I,
2. Nursi, Sözler, s.,
3. bk. Nursi, Mektubat, Envar Neş. İst. , s.

8 Vaad etmeseydi Allah cenneti, O’na bile etmezlerdi secde, sözünü açılar mısınız?

- M Akif’in,

 “Aldanma insanların samimiyetine!
Menfaatleri gelir her şeyden önce.
Vaad etmeseydi Allah cenneti;
O’na bile etmezlerdi secde.”
 

şeklindeki şiirsel sözü, bir gerçeğin ifadesidir.

Nitekim, cennet vaad edildiği halde, cehennemle korkutulduğu halde insanların yine de gereği gibi kulluk vazifesini yapmamaları bu sözün canlı şahididir.

- Elbette önemli bir kesim sırf Allah’ın rızasını kazanmak için kulluk etmiş ve etmektedir. Ancak büyük çoğunluğu kulluğa yöneltenin cennet ve cehennem gerçeği olduğunda şüphe yoktur.

Nitekim bir hadis rivayetine göre, Efendimiz (asm) buyuruyor ki;

“Kişinin namazına, orucuna bakmayın; konuştuğunda doğru konuşup konuşmadığına, kendisine emniyet edildiğinde güvenilirliğini ortaya koyup koymadığına; dünya kendisine güldüğünde takvayı elden bırakıp bırakmadığına (menfaat anındaki tavrına) bakıp öyle değerlendirin.”(Kenzul-Ummal, h. No: )

Diğer bir rivayette mealen şu ifadelere yer verilmiştir:

“Kişinin namazı, orucu sizi aldatmasın. Dileyen oruç tutar, dileyen namaz kılar. Fakat güvenilir olmayanın dini de olmaz.” (Kenzul-Ummal, h. No: )

9 Allah insana muhtaç olmadığı halde, insanı niçin yaratmıştır?

“Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i küllîye-i insaniyedir.”(Sözler, s )

“İnsan niçin yaratılmış?”sorusuna sıkça muhatap oluruz. Böyle bir soruyu kendimize yahut bir başkasına sormamız, bizim için büyük bir İlâhî ihsandır. Şöyle ki:

Bu soruyu güneş kendisine soramadığı gibi, bir başka yıldız da güneşe sorabilmiş değil. Yine bu soruyu bir arı bir başka arıya, yahut bir koyun berikine sormaktan aciz. Demek oluyor ki, bu sorunun cevabını arayan insanoğlu, kendi varlığını istediği sahada kullanma konusunda serbest bırakılmış; bir arayış içinde ve bu konuda bir imtihana tabi tutulmuş.

Bu imtihanı kazanmanın tek yolu, sorunun cevabını bizi yaratandan öğrenmemizdir. Bu noktaya varan insanlar gerçeğin kapısını çalmış olurlar. Ve kendilerine Kur’an lisanıyla, Peygamber diliyle cevapları verilir.

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet -kulluk- etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

Nur Küllîyatında ibadete “marifet” manası veriliyor. Bu mana üzerinde çoğu tefsir alimlerimiz ittifak etmişler. Namaz, oruç gibi ibadetler ise bu marifetin neticesidir. Yani, insan nimetin şükür gerektirdiğini idrak edecektir ki, sonra bu şükür ve hamd vazifeni yerine getirsin.

İnsan, bu kâinatı dolduran İlahi mucizelerin tefekkür ve hayreti icap ettirdiklerini bilecektir ki, tespih ve tekbir vazifesini ifa etsin.

İnsan, başka insanlara merhamet etmesi gerektiğinin şuuruna erecektir ki zekât ve sadaka verme yolunu tutsun.

Bütün bunlar imanın ve marifetin, yani Allah’a inanmanın ve onu tanımanın meyveleridir.

Nur Külliyatından bir marifet dersi:

“Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i küllîye-i insaniyedir.” (Sözler, s. )

Rububiyet, terbiye edicilik manasına geliyor. Bütün alemlerin her birinde bu fiil bir başka şekilde, bir başka güzellikte, bir başka mükemmellikte kendini gösteriyor. Ve biz her namazda Fatiha Sûresini okurken alemlerin Rabbine hamd etmekle bu farklı terbiyelerin şuurunda olduğumuzu ilan etmiş oluruz.

Işıklar alemini de Allah terbiye ediyor, gözler alemini de. Ve biz, güneşin ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan faydalanacak biçimde terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle “tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet” vazifemizi yerine getiririz.

Gıda maddelerinin yenilecek şekilde, ağzımızın, dilimizin, midemizin de onlardan faydalanacak tarzda terbiye edildiklerini nazara alarak Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşıladığımızda, yine orububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmiş oluruz.

Kâinatın yaratılması insan için, insanın yaratılması ise ubudiyet içindir. Burada dikkatimizi iki kelime çekiyor; âlâ ve küllîye kelimeleri. Bu iki kelime bize bu vazifeyi yapan daha başka varlıklar da olduğunu haber veriyorlar. Şu var ki, insan ubudiyet vazifeni onlardan daha üstün ve daha küllî bir derecede yapabilecek bir istidada sahip. Sözünü etmek istediğimiz bu varlıklar, meleklerle cinlerdir.

Bir melek, bir meyveyi tefekkür ederken, dünün şekilsiz, renksiz elementlerinin bugün güzel bir varlık haline gelmelerini, sert ağaçtan bu yumuşak meyvelerin çıkmasını hayretle seyreder. Ama o meyvenin tadını, vitaminini, kalorisini düşünemez, tefekkür edemez. Zira, istidadı buna müsait değildir.

İnsana bu noktada bambaşka bir kabiliyet verilmiştir. O, aklıyla, hayaliyle sadece hazır eşyayı değil, o anda görmediği nice şeyleri hatta geçmişi ve geleceği düşünebilir. Böylece fikri, düşüncesi, anlayışı ve feyzi küllîleşir. Eline aldığı bir meyveyi yerken, o anda bir milyonu aşkın canlı türünün sonsuz denecek kadar çok fertlerinin rızklandıklarını, kendisinin de bu İlâhî sofradan faydalanan bir fert olduğunu düşünebilir ve böylece Allah’ın Rezzak ismini küllî manada tefekkür etme imkanına kavuşur.

Dilerse, düşüncesini geçmiş ve gelecek zamanlara da götürür. Bütün zamanlarda ve mekânlardaki her türlü nimeti ve onlardan istifade edenleri, hayalinin yardımıyla, birlikte düşünür ve tefekkürü daha da küllîleşir.

Bütün İlâhî isimlerin tecellileri için benzer şeyler söylenebilir.

Nur Küllîyatında, “İyyake na’büdü” “Biz ancak sana ibadet ederiz.” ayetinin açıklaması yapılırken, ayet-i kerimede niçin ben değil de biz denildiğine dikkat çekilir ve böyle denilmekle üç ayrı cemaatin kastedildiği ders verilir. Bunlardan birisi bütün müminler, diğeri vücudumuzda vazife gören ve her biri kendine mahsus bir ibadetle meşgul olan bütün organlar, hücreler, duygular,.., üçüncüsü ise bütün bir varlık âlemi.

Demek oluyor ki insan, bütün varlık alemi namına “İyyake na’budü” diyebilecek bir kabiliyettedir. İşte tek başına da namaz kılsa, ferdiyetten kurtulup bu üç cemaatin ibadetlerini Rabbine takdim eden insan küllî bir ibadet yapmış demektir.

İnsanın bu kâinata meyve olması da böyle bir neticeyi doğurmaktadır. Bir ağacın bütün birimlerini şuurlu farz etseniz, en küllî tefekkürü meyve yapacaktır. Çünkü meyvenin içindeki çekirdek bütün ağaçtan süzüldüğü için o meyvede ağacın tümünün ibadetlerini temsil etme, tefekkür etme kabiliyeti bulunacaktır.

Bu küllî ubudiyeti en ileri derecede yapanlar kâinat ağacının en mükemmel meyveleri olan peygamberler ve özellikle Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’dir (asm.).

“Maksad-ı âlâ ve ubudiyet-i küllîye” manalarıyla şu kutsî hadis arasında yakın bir ilgi vardır:

“Sen olmasaydın ben felekleri yaratmazdım.”

***
Nur Küllîyatında insanın vazifesiyle ilgili birçok bahis mevcut. Bunların bir özeti olarak birkaç maddeyi takdim etmek isterim:

- Ruhuna bir İlâhî ikram olarak takılan, ilim, irade, görme, işitme gibi sıfatlarını Allah’ın sıfatlarını bilmeye bir vasıta olarak kullanmak. Kendi ruhundan İlahi sıfatları bilmek için açılan bu marifet pencerelerini iyi değerlendirmek.

- Akıl kuvvetini hikmet dairesinde, şehvet kuvvetini iffet dairesinde, gazap kuvvetini şecaat dairesinde kullanmak.

- Muhabbetini ancak Allah’a vermek ve mahlukatı da yine Onun namına, Onun isimlerine ayna olmaları, kemaline işaret etmeleri, cemalinden haber vermeleri cihetiyle sevmek.

- “İbadatın bütün enva`ına müstaid bir fıtratta” yaratıldığının şuurunda olup, bütün ibadet çeşitlerinin ayrı ayrı feyizlerinden azami ölçüde nasiplenmeye çalışmak.

- Kendisine verilen “kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirmek.” Böylece bunların her birini kendine mahsus ibadetiyle meşgul etmek.

- Duygularının her biriyle Allah’ın rahmet hazinelerinden birini açmak, ondan güzelce faydalanmak ve küllî şükretmek.

- Aczini ölçü alarak Allah’ın kudretini, fakrına bakarak Onun rahmetini, noksanlıklarını düşünerek Onun kemalini tefekkür etmek. Rabbini sonsuz kemal, rahmet ve kudret sahibi, kendi nefsini ise yine sonsuz aciz, fakir ve noksan bilmek.

- Ruhunu günahlardan, bedenini de her tüllü kirlerden, pisliklerden uzak tutarak İlahi huzura çıkmak.

- Kendini Allah’ın en mükemmel eseri olma cihetiyle meleklerin, ruhanilerin seyrine, temaşasına güzelce sunmak.

İşte insan bu gibi ulvî gayeler için yaratılmıştır. Ama ne yazık ki, bir çok insan, kendini unutmuş ve bu gayelerden gafil olarak sadece dünya hayatını rahat bir şekilde geçirmek için çabalar. Bütün kâinatın ibadetlerini temsil etme kabiliyetine sahip olduğu halde, sadece çevresindeki bir gurup insanın teveccühlerini kazanmayı ve kendisini onlara beğendirmeyi hayatına gaye edinir.

Bir süre sonra kendisi de, o insanlar da dünyadan göçüp gitmekte ve bütün bu gayeler de onun bedeniyle birlikte adeta toprağa gömülüp kaybolmaktalar. 

ALLAH’IN İBADETİMİZE İHTİYACI VAR MI?

Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şey Ona muhtaç olan Yüce Allah’ın, bizim gibi âciz kulların ibadetine hiç mi, hiç ihtiyacı yoktur. O, bizim hiçbir şeyimize muhtaç değildir. Çünkü kâinat ve içindekiler, ne varsa her şey Onundur, Onun mülküdür.

Son derece âciz ve zayıf bir kul olarak bizler muhtaç ve fakiriz. İhtiyaçlarımız ebede kadar uzanmış; bir çiçeği istediğimiz gibi, bir baharı da istiyoruz. Hatta ebedî Cenneti de istemekten kendimizi alamıyoruz. Dünya bizim olsa bile, istek ve arzularımızı tatmin edemiyoruz. Hal böyle iken, ihtiyaçlarımızın sadece çok az bir kısmını elde edebiliyoruz. Sonsuzluğa uzanan ihtiyaçlarımızın temin edildiği mekân, ebedî saadet menzili olan Cennettir.

Yüce Allah’ın ibadetimize ihtiyacının olmadığını ve hakikî muhtaç olanın asıl bizler olduğumuzu şöyle bir misâlle açıklamamız mümkündür.

Hasta olduğumuzda doktora gideriz. Doktor, hastalığımızı teşhis ettikten sonra, bir reçete yazar. Sonra da ilâçları belirtilen saatte kullanmamızı ısrarla ister. Doktorun niyeti, bir an önce hastasının şifa bulup rahata kavuşmasıdır. Doktorun bu iyi niyetine karşı kalkıp,“Doktor Bey, bu ilâçları kullanmamın sana bir faydası var mı? Bir ihtiyacın mı var ki, bu acı ve tatsız ilâçları tavsiye ediyorsun?” dememiz hem yersiz bir hareket olur, hem de kendimizi gülünç bir duruma düşürmüş oluruz.

Bu misalde olduğu gibi, insan olarak mânen hastayız. Günah ve şüphelerin kalb ve ruhumuzda açtığı yaralarla mânen dertliyiz. İşte Yüce Rabbimiz, duygu ve lâtifelerimizi günah paslarından temizlememiz, parlatıp nurlandırmamız ve bu mânevî dertlerden şifaya kavuşmamız için yaramıza bir merhem, dertlerimize bir ilâç olarak ibadeti emretmiştir. Mesele bu kadar açık ve berrak iken, yine kalkıp da, “Yâ Rabbî, bizim ibadetimize ne ihtiyacın var, niçin ibadet etmemizi bizden ısrarla istiyorsun?” dememiz, hastanın doktora çıkışmasından bin defa daha yersiz ve gülünçtür.

Bunun yanında kulluk vazifesini yapmayın ibadeti terk eden kişiyi Cenab-ı Hakk'ın dünyada mânevî sıkıntıya, âhirette şiddetli azaba çarptıracağını beyan buyurmasının hikmet tarafını şöyle bir misalle izah edebiliriz.

Milletin canına, malına ve namusuna zarar veren bir kişi yakalanıp, hâkim karşısına çıkarıldığı zaman, hâkim suçluyu cürmüne göre cezaya çarptırır, mahkûm eder. Bu adam cezayı hak ettiği için kimse kendisine acımaz ve “Yazık oldu” demez.

Mutlak adalet ve kudret sahibi olan Cenab-ı Hak da, ibadeti terk etmekle bütün varlıkların hukukuna tecavüz eden insanı, dünyada ruhî sıkıntılara, âhirette de Cehennem azabına çarptırır. Bu da aynı hak ve adalet olur.

Gerçekten de, canlı cansız her varlık kendilerine mahsus dillerle Yaratıcısını tesbih eder, verilen vazifeyi eksiksiz olarak yerine getirir. Meselâ toprak, içine atılan her bir tohuma saksılık eder, filizlinmesine yardımcı olur. Su, dünyaya hayatı bahşederek vazifesini mükemmel bir şekilde görür. Ateş, insanların yiyeceğini pişirmek, onları ısıtmak ve daha pekçok vazife görmek suretiyle kendine düşeni eksiksiz yapar.

İşte, insan kâinata iman gözüyle bakmamak ve kulluk vazifelerini, ibadeti terk etmekle mahlûkatın da ibadetini göremiyor, onları başıboşlukla itham ediyor ve sonunda inkâra kalkışıyor. Onların Allah tarafından vazifelendirilmiş birer unsur olduklarını da inkâr ettiği için, mânen hukuklarına tecavüz etmiş, zulmetmiş oluyor. Bunun için de, cezası bir iken, mahlûkat adedince artış gösteriyor.

Ayrıca, ibadetsiz insan kendi nefsine de zulmediyor. Her şeyden önce, insanın ruhu, bedeni ve bütün âzaları kendisine bir emanettir. İnsan, sahip olduğu bütün nimetler için ne bir fiyat ödemiştir, ne de ödemeye gücü yeter. Meselâ gözümüze hangi kuvvetimizle sahip olduk veya eğer satın alacak olsaydık, değerini takdir edip, ödeyebilir miydik? Bu nimetlerin gerçek sahibi Allah olduğuna göre, onları vazifesiz de bırakmamıştır. Bilhassa namaz kılarken, bütün lâtife ve hislerimiz de hisselerini almaktadır.

İşte insan ibadeti terk etmekle, bütün âza, duygu ve lâtifelerini âtıl bir vaziyete sokmuş sayılıyor. Böylece kendi nefsine de zulmederek cezaya müstahak hâle gelmesine sebep oluyor.

İnsan bilerek veya bilmeyerek yaptığı bütün bu zulüm ve haksızlıkların cezasını dünyada ve âhirette çekeceği için, kendi kendini azabın içine atmış oluyor!..

10 Ezan okunduğu esnada tuvalete girmek caiz midir?

Gerek bir ihtiyaç için, gerekse abdeste hazırlık için ezan okunurken tuvalete girmek, tuvalette bulunmak bir mahzur teşkil etmez. Zâten insan tuvalette iken namazın farzlarından birisi olan necâsetten tahareti gerçekleştirmekte, temizlik yapmaktadır. Orada tabiî bir ihtiyaç telâfi edilmektedir.

Hülâsa, ezan okunduğu esnâda, insan müsait olduğu ve imkân bulduğu zaman durur, ezanı dinler, icâbet eder.

(Mehmed Paksu, Aileye Özel Fetvalar)

İlave bilgi için tıklayınız:

Ezan okunurken konuşmak haram mıdır?..

11 Günümüzde stresten çokça söz ediliyor. Stresin en önemli kaynağı ne olabilir?

Bazen gazetelerde insanın tüylerini ürperten resimler görürüz. Çoğunlukla Kuzey Afrikalı fakir ve perişan insanların resimleri Her biri sanki canlı birer iskelet Kemiklerle etler arasında nerdeyse mesâfe kalmamış. Bu hâlleriyle bize olanca güçleriyle haykırırlar: “Biz açız, bize yardım elinizi uzatın!” diye

İşte maddî açlık insanı böyle perişan, böyle zayıf, böyle güçsüz ediyor Beride maddî problemleri yok denecek kadar az, ama kendilerini eğlenceyle, sefahatle, içkiyle yahut uyuşturucuyla avutmak isteyen huzursuz kalabalıklar. Bunların dertleri öncekilerinden daha ileridir.

Ruh, beden ülkesinin sultanıdır. Açlıktan kıvranan insanlarda hizmetçi zayıf düşmüştür, huzursuz insanlarda ise sultan perişandır. Birincilere her insaf ve vicdan sahibi acır, merhamet eder. İkincileri ise herkes kınar, herkes onlara düşman kesilir. Halbuki asıl acınmaya, el uzatılmaya muhtaç olanlar bunlardır Çünkü bunlar hem hastadırlar hem de ilâç düşmanıdırlar. Bunlara karşı, tedavi ehlinin çok şefkatli ve çok sabırlı olması gerekir.

“Fâsıklara ancak ârifler acır.”[Abdulkadir Geylâni (ks.)]

Bugün huzur ve saadet arayanlar sadece bu insanlar değildir. Hemen herkes bu dertten bir iz taşımaktadır. Öyle ise biz öncelikle kendi nefsimize bir şeyler söylemeye çalışalım:

Neden yer yer ruhî sıkıntılara giriyor, sabırsızlanıyor ve bir şeyler yapamamanın ıstırabıyla ruhumuzu kıvrandırıyoruz?.. Beden sıhhatimizden, mali durumumuza, toplumdaki itibarımızdan dünyevî zevklerimize kadar her şeyi kendimize dert ediniyor ve bunları çözemeyince de üzülüyor, rahatsız oluyoruz

Niçin, dünyanın üstünde gezeceğimize altına giriyor, bize hizmet etmesi gereken eşyaya biz hizmetçi oluyoruz?..

Bu hâlimiz ruhumuzu hayli yoruyor ve takatten düşürüyor. Bütün bu olup bitenlere karşı sabırla karşı koymayı da başaramıyoruz. Zira, Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin o güzel teşhisiyle, biz sabır kuvvetimizi maziye ve müstâkbele dağıtıyoruz; hâle karşı sabrımızda güç kalmıyor ve sonunda sıkıntıya, ümitsizliğe düşüyoruz.

Bütün bunların kaynağına indiğimizde şu yanlışla karşılaşırız: “Biz nefsin doymasıyla, kalbin tatmin olmasını birbirine karıştırmışız.”

Yanlış yoldan giden yorulur. İşte bizi yoran, sıkıntıya düşüren ve sonunda perişan eden bu büyük hatadır. Bundan döndüğümüz an huzur ve saadete yönelmiş olacağız.

Nefis şerle beslenir. Şer ise kalbi yaralar, vicdanı rahatsız eder ve huzuru kaçırır. İşte bu fasit daire, stresin ve huzursuzluğun önemli bir kaynağıdır. Bu çemberi aşamayanlar, nefislerini besledikçe kalp ve vicdanlarında huzur melekesini kaybederler. Ve bunun çaresini yeniden nefsin tatmininde ararlar.

Sadece birkaç misâl:

Nefis cimrilikten yanadır. Para biriktirdikçe mutlu olacağını zanneder. Halbuki, kalp ve vicdan muhtaçları doyurmaktan zevk alırlar.

Nefis büyüklenmekten hoşlanır. Kalp ve ruhun rahatı ise tevazuda, alçakgönüllü olmaktadır.

Nefis oyun ve eğlence düşkünüdür. Akıl ise çalışmayı ve gayreti emreder, onunla rahat bulur.

Ve nihayet nefis, fâni ve geçici eşyanın meftunudur. Kalp ise bekâya, ebediyete aşıktır.

İşte bütün huzursuzluklar bu çelişkilerin ürünüdür. Ve insan, nefsini beslemekle değil, kalbini tatmin ile saadet bulur.

Ve her türlü bunalım ve huzursuzluğun İlahî reçetesi:

“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur (Allah’ı anmakla sükûnet bulur)."(Ra’d, 13/28)

Maddî ve manevî nice rızıklara muhtaç olan insanoğlunun kalbini, ancak Allah’ı zikir, yâni Onu yâd etme, Onu hatırlama tatmin edebilir. O hâlde insan, Ondan başka neyi yâd etse mahlûku yâd etmiş, Ondan gayri neyi sevse fâniyi sevmiş olur. O ulvî kalp, bu süflî eşya ile tatmin olmadığı içindir ki, gafil insanı daima rahatsız eder. İşte can sıkıntısı, huzursuzluk, bunalım, stres dediğimiz şeyler hep bu doymayan kalbin açlık feryatları, ölüm çığlıklarıdır.

12 Nefsin ölümü mümkün müdür?

Nefis terbiyesini "nefsi öldürmek" şeklinde uygulayanlar nefsin hoşuna giden her şeyden uzak kalırlar. Bunun neticesinde; dünyayı sevmez, hırs göstermez, inat etmez, hiç öfkelenmez bir hale gelebilirler. Bunun da bir nefis terbiyesi olduğunu kabulle beraber, nefsi öldürmek yerine, onu hayra yönlendirmenin daha iyi olacağı kanaatindeyiz. Birincisi, huysuz atın yemini kısıp, onu zayıflatarak ona hakim olmaya; ikincisi ise, yemini normal verip, ama onu iyi bir terbiyeden geçirerek güçlü bir atla hedefe daha kısa zamanda varmaya benzer.

Evet, dünyanın sevilecek tarafları vardır, sevilmeyecek yönleri vardır. Hırs gösterilecek yerler vardır, gösterilmeyecek yerler vardır. İnadın güzel olduğu durumlar vardır, çirkin olduğu durumlar vardır. Öfkenin kötü olduğu haller vardır, iyi olduğu haller vardır.

Dünyayı, Cenab-ı Hakk'ın isimlerine ayna ve ahirete bir tarla(Acluni, I, ) olarak sevmek güzeldir. İnsanın heveslerine hitab eden ve gaflet perdesi olan yönünü sevmek çirkindir. (Nursi, Sözler, s.,) İlimde ve hizmette hırs göstermek güzeldir, şöhret için malda ve makamda hırs göstermek çirkindir. Hakta inat etmek güzeldir. Batılda inat etmek, çirkindir. Zalimlere öfke duymak güzeldir, müminlere öfke duymak çirkindir.

İşte, nefsin mahiyetinde yer alan duyguların, arzuların hayra yönlendirilmesi, nefsin öldürülmesinden, yani büsbütün sesini kesmekten çok daha faydalıdır. (bk. Nursi, Mektubat, Envar Neş. İst. , s. ) Bu ise, nefsin arzu ve isteklerine iyi bir mecra bulmak, onu hayırlı şeylere sevk etmekle olur; coşarak çevreye zarar veren bir nehrin önüne baraj yapmak ve onunla çevreyi sulamak gibi.

İnsana daima kötülüğü emreden "nefs-i emmare" yatıştırılabilir. Böylece onun kötü istek ve arzuları da susturabilir. Böylece Nefs-i emmâre, levvâmeye veya mutmainneye inkılâp eder. Ancak bu durumda her şey bitmiş değildir. İnsanın imtihanı, mücahedesi ve manevi terakkisinin, ömür boyu devam etmesi için "mânevî bir nefs-i emmare" devreye girer. Heves, damar, asab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan bu mecazi nefs, hakikisinden daha şiddetlidir, daha ziyade söz dinlemez ve kötü ahlâka çok teşvik eder. İmam-ı Rabbani gibi büyük zatların bile nefs-i emmareden şekva ettikleri söylenir. Halbuki onların şekvaları, hakikisinden değil, işte bu mecazî olan nefistendir. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü halde, onun izleri yine görünür. Çok büyük asfiya ve evliya var ki, nefisleri mutmainne iken, nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Kalbleri günah kirlerinden arınmış ve nurlanmış, kalbi hastalıkların ağlayıp sızlanmışlar. Bu zatlardaki, nefs-i emmâre değil, âsâba devredilen nefs-i emmârenin vazifesidir. Hastalıklar ise, kalbî değil, aksine hayalîdir.

Bu ikinci nefis şuursuz, kör hissiyatla hareket ettiği için akıl ve kalbin sözlerini anlamaz ve dinlemez, bu yüzden de onlarla ıslah olmaz, kusurunu görmez. Yalnız musibetler ve elemler ile nefret edebilir veya tam bir fedailikle her hissini, maksadına feda edebilir ve enaniyetini, her şeyini bırakabilir.

Evet, akıl, kalb ve ruhun rağmına olarak nefs, heva, his ve vehme mağlup olup ihlâssızlık gösterenler, (mesela kendi sahasında çalışan bir kardeşinin muvaffakiyetini alkışlayamayıp "Neden ben yapmadım ki?!." diyenler) bu vartadan kurtulmak için, talihliyseler ya şefkat tokatı yerler, uyanırlar ya da enaniyetlerini ayakları altına alıp kusurunu itiraf ederler. Kusurunu itiraf etmek mânevî bir istiğfardır, İnsanı muaccel elem ve azaptan kurtarır.

Bu nedenle, nefs-i emmaresini öldürenlerin, ölünceye kadar imtihanları ve mücahedeleri devam etmesi için öncekinden daha ağır olarak yeni bir nefis verilir. Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri şu açıklamayı yapar:

"Bir zaman, evliya-yı azîmeden, nefs-i emmâresinden kurtulanlardan birkaç zattan, şiddetli mücahede-i nefsiyeler ve nefs-i emmâreden şekvâlarını gördüm. Çok hayret ediyordum. Hayli zaman sonra, nefs-i emmârenin kendi desaisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden ve heves ve damar ve âsab, tabiat ve hissiyat halitasından (karışımından) çıkan ve nefs-i emmârenin son tahassungâhı bulunan ve nefs-i emmâreyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören ve mücahedeyi âhir ömre kadar devam ettiren bir mânevî nefs-i emmâreyi gördüm. Ve anladım ki, o mübarek zatlar, hakikî nefs-i emmâreden değil, belki mecazî bir nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Sonra gördüm ki, İmam-ı Rabbanî dahi bu mecazî nefs-i emmâreden haber veriyor."

"Bu ikinci nefs-i emmârede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip, veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına feda etsin."

"Bu acip asırda dehşetli bir aşılamak ve şırıngayla hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmâre ittifak edip öyle seyyiata, öyle günahlara severek giriyor. Kâinatı hiddete getiriyor." (bk. Nursi, Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup; Kastamonıu Lâhikası, Mektup No: )

Hakikate göre mecaz çok zayıf düşüyor ama burada durum tam aksi. “Daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden” tâbirleri bu gölge nefsin, nefs-i emmareyi bazen çok gerilerde bıraktığını ifade ediyor. “Bu da nasıl olur?” diye bir soru aklımıza gelebilir. Ama biraz dikkat ettiğimizde bunun nice örnekleriyle hayatımızın âdeta kaynaştığını görürüz. Bakıyoruz, nefsimiz bize kumar oynamayı hoş gösteremiyor, içkiyi emredemiyor, ‘namaz kılma’ diyemiyor. Demek ki, bu konularda nefs-i emmarenin üzerimizde bir hâkimiyeti kalmamış, diyoruz.

O büyük insanlara birkaç hususta da olsa birazcık benzeyebilmenin hazzını yaşıyoruz. Ama gel gör ki, dünyanın fâni olduğunu çok iyi bildiğimiz ve mü’minlerin kardeş olduklarına inandığımız halde, bir mü’min kardeşimizin eline geçen fâni bir makamı yahut menfaati kıskanmaktan kendimizi alamıyoruz. Kıskançlık damarı bizde hükmedince, iç âlemimiz altüst oluyor, huzurumuz kaybolup gidiyor. “Dünya öyle bir metâ değil ki, bir nizâa değsin.” diyen Sadi-i Şirazî’den nice ışık yılı uzaklarda kaldığımızı vicdanımız bize teessüfle haber veriyor. Ama biz kıskançlık damarıyla bu dersi de rahatlıkla kulak ardı edebiliyoruz.

İhlas ile halkı irşada çalışan bir büyük insan, bu hizmeti kendisinden daha güzel yapanları gördükçe sevinir, kalbi takdir hisleriyle dolar. Ama insaniyet hali, bazen kendi mensuplarının artmaması yahut azalması karşısında üzüntüye kapıldığı da olur. İşte bu hâl o ince ruhu feverana getirmeye kâfi gelir. “Ben ne yapıyorum? Halkın teveccühüne mi gönül bağlıyorum? Yoksa rızayı bırakıp riyaya mı sapıyorum?” diye derinden derine üzüntü duyar. Defalarca tövbe eder, istiğfar eder. İşte bu zatta bir an için mecazî nefs-i emmare hükmetmiş ve onun terakkisinin devamına sebep olmuştur.

13 İnsan kendini korumak için birini öldürürse veya namusunu korumak için intihar ederse günaha girmiş olur mu?

İslam’da meşru müdafaa hakkı vardır. Can, mal, din, akıl, ırz/namus gibi değerlerin korunması, bunlara saldırılmaması konusu, bütün semavî dinlerin öncelikleri arasında yer alan evrensel prensiplerdir. İslam’da bunları savunurken, canından olanların şehitlik derecesi gibi bir mükâfat kazanacakları da söz konusudur.

Böyle önem arz eden ve mahremiyetleri bulunan bu değerleri savunurken, karşı tarafı engellemek esastır. Ama bunun yanında “ehven-i şer” diye bir kavram da vardır. Yani en az zararla kurtulmaya çalışmak her zaman gözetilmesi gereken bir prensiptir. Buna göre, kişi kendini savunurken, mecbur olmadığı sürece karşıdaki adamı öldürmeye çalışmamalıdır. Örneğin, vurmaktan başka çare kalmamışsa, önce öldürmeyen yerlerine, bacaklarına veya silah tutan ellerine vurmalıdır. Ama her şeye rağmen, eve girmiş, hırsızlık etmeye, gasp etmeye çalışan veya ev sahibinin canına, namusuna tecavüz etmeye yeltenen kimse, bu çatışmada ölürse, bundan savunmaya mecbur bırakılmış kişi sorumlu değildir.

Sorunun ikinci şıkkına gelince, bunu da iyi düşünmek gerekir. “Ehven-i şer” kavramı burada da geçerlidir. Yani zorunlu hallerde, günah olan iki seçenekten birini tercih etmekle karşı karşıya kalan kimse, İslam açısından suçu en hafif olanı tercih etmesi gerekir.

Buna göre, namusunu kirletme ile intihar etme arasında kalmış bir kimsenin durumu da bu prensip doğrultusunda çözülebilir. Aslında bu durum gerçekten çok vahim ve dramatiktir. Ne var ki, biz “Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez.” prensibi doğrultusunda, duygularımızı bir kenara iterek karar vermek durumundayız.

Kanaatimizce, burada intihar etmek daha ağır bir suçtur. Çünkü;

a. İslam’da haksız yere adam öldürmek, zina yapmaktan daha ağır bir suç kabul edilmektedir. İntihar da bir katildir. Ve tövbe imkânı olmayan bir katildir.

b. İyi veya kötü işlerin yapılmasındaki sorumluluğun oluşmasında, insanın özgür iradesinin devrede olup olmaması, büyük önem arz etmektedir. Buna göre, kendi iradesi dışında zorlandığı bir suçu, iradesiyle yapacağı intihar suçuna tercih etmek gerekir.

c.“Kalbi iman ile mütmain olduğu halde inkâra zorlanan kişiden başka, imanından sonra kim Allah’ı inkâr edebilir. Ancak kalbini inkâra açan kimseler ise, Allah tarafından gazaba uğratılacak ve onlar için büyük bir azap olacaktır." (Nahl, 16/)

mealindeki ayette görüldüğü üzere, küfür ve inkâra zorlanan kimse, mazur kabul edilmekte, kalbindeki imanı, diliyle açıklamaya zorlandığı küfür ve inkârcılıktan zarar görmeyeceği garantisi verilmektedir. Oysa, küfür ve Allah’ı inkâr suçu karşısında her günah küçük kalır.

Dikkat edilirse, buradaki mazeret, işkence, eziyet ve ölüm korkusudur. Rahman ve Rahim olan Allah, yarattığı mahluklarının tahammül kapasitesini en iyi bilir. O raddeye geldiğinde, kişiye “İnkâr etme! İntihar et!” demiyor. Bilakis, “İman dolu kalbini temiz tuttuktan sonra, dil ile yapacağın inkârdan dolayı sana bir vebal yok.” diye buyuruyor.

Rivayetlere göre, bu ayet, Hz. Ammar (ra) hakkında inmiştir. Müşriklerin işkencelerine dayanamayan Hz. Ammar, küfür ve iknâcılıkla ilgili tekliflerini kabul etmiş görünür ve diliyle onları söyler. Ancak duyduğu sıkıntıyı Hz. Peygamber (a.s.m)’e açar. O da: “Onları söylerken kalbin iman noktasında sağlam mıydı?” diye sorar. Ammar “Evet, kesinlikle” deyince, Hz. Peygamber (a.s.m), “O halde bundan sonra da öyle işkencelere maruz kalırsan, yine istedikleri sözleri dilinle tekrarlayabilirsin.” diyerek onu rahatlatır. (bk. İbn Hacer, XII/). Sonra Yüce Allah da ayetini indirerek elçisinin sözlerini pekiştirir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Meşru müdafaa nedir? Meşru müdafaa halinde adam öldürmenin hükmü nedir?

14 Anne karnındaki bebek, ruh üflenmeden önce canlı mıdır?

Hadis-i şeriflerde Peygamberimiz (asv) çocuğun anne karnında oluşumunu anlatırken farklı ifadeler kullanmıştır. Bazı hadisler çocuğun yüz yirmi () günlük iken canlandığı imajını verirken, bazı hadisler de kırk (40) günlük iken canlandığı açıklamasını yapıyor.

Anne karnındaki cenine kırk gün sonra ruh üflenmekte ve ruh sahibi olmaktadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Anne karnındaki bir bebeğe ruh ne zaman veriliyor?

15 Cuma gününün mübarek olmasının sebebi nedir?

Cuma gününün faziletini aşağıdaki hadis-i şerifte görmek mümkündür:

“Güneşin doğduğu günlerin en faziletlisi / en üstünü cuma günüdür. Çünkü Âdem o günde yaratılmış, o günde cennete yerleştirilmiş ve o günde cennetten çıkarılmıştır.”(bk. Müslim, ; Nesai, 3/89; İbn Kesir, 1/)

Hz. Âdem’in Cennetten çıkarılması, yeryüzüne yerleştirilmesi ve yeryüzü halifelik payesine ulaştırılması anlamına geldiği için, o da bu cihetle büyük bir nimettir.

Demek ki cuma günü, insanlığın ilk yaratıldığı, cennete yerleştirildiği ve yeryüzü halifesi olduğu bir gün olduğundan ötürü insanlar için büyük bir bayram günü olmuştur.

Çeşitli hadislerden anlaşıldığına göre cuma, haftalık ibadet günü olarak daha önce Yahudi ve Hristiyanlar için tayin ve takdir edilmiş, fakat onlar bu konuda ihtilâfa düşerek Yahudiler cumartesiyi, Hristiyanlar pazarı haftalık toplantı ve ibadet günü olarak benimsemişler. Allah da cuma gününü Müslümanlara nasip etmiş, onları bu konuda hakka ulaşmaya muvaffak kılmıştır. (Müslim, “Cuma”, )

Böylece İslâm’da haftalık toplu ibadet günü olarak cuma seçilmiş, bu günün bir bayram olduğu birçok rivayette açıkça belirtilmiştir (Beyhaki, Sünen, 3/; İbn Kayyim, Zadu’l-mead, 1/)

Allah’ın cennette cuma gününe tekabül eden ve “yevmü’l-mezîd” denilen günde, kullarına kendisini ziyaret fırsatı vereceğini, bunun için onlara tecelli edeceğini bildirilmiş (İbn Kayyim, 1/, ), başka bir hadiste de bu günde yapılan duaların kabul edileceği bir anın(icâbet saati) bulunduğunu haber vermiştir.

İcâbet saatinin zevalden itibaren namazın başlamasına, imamın minbere çıkmasından namazın başlamasına veya bitimine ya da ezandan itibaren namazın eda edilmesine kadar devam ettiği, ayrıca fecir ile güneşin doğuşu, ikindi namazı ile güneşin batışı arasında olduğu şeklinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Hz. Peygamber (asm)’in, “Ben onu biliyordum, ancak Kadir Gecesi gibi o da bana sonradan unutturuldu.” (Hâkim, Müstedrek, 1/) meâlindeki hadisine dayanarak esmâ-i hüsnâ arasında ism-i a‘zamın, Ramazanın son on günü içinde Kadir Gecesinin gizli tutulması gibi, icâbet saatinin de insanların bütün gün boyunca Allah’a yönelmeleri için gizli tutulduğu ifade edilmiştir.

Cuma günü, gerekli temizliği yaptıktan sonra camiye gidip hutbe dinleyen ve namazı kılan kimsenin o gün ile daha önceki cuma arasında işlemiş olduğu günahların affedileceği belirtilmiş (Buhârî, Cuma, 6, 19), bu günü önemsemeden üç cuma namazını terk eden kimsenin kalbinin mühürleneceği bildirilmiştir. (Ebû Dâvûd, Salât, )

İslâm dünyasının her tarafından Müslümanların bir araya geldiği en büyük toplu ibadet olan hac, arefe gününün cumaya rastlaması halinde “hacc-ı ekber”(büyük hac) olarak anılır.

Bütün bu özelliklerinden dolayı gerek fert gerekse toplum olarak Müslümanlar açısından büyük önem taşıyan cuma gününde farz olan cuma namazından başka şu hususların yapılması sünnet kabul edilmiştir:

Boy abdesti almak (bazı âlimlere göre farzdır), bıyıkları kısaltma, tırnak kesme gibi bedenî temizlikleri yapmak, misvak veya fırça ile dişleri temizlemek, güzel elbise giymek, güzel koku sürünmek, camiye erkenden gitmek, Kehf sûresini okumak, camileri temizleyip kokulandırmak, sabah namazında Secde ve Dehr sûrelerini, cuma namazında ise Cum‘a ve Münâfikūn veya A‘lâ ve Gāşiye sûrelerini okumak, çokça dua ve zikir yapmak, Hz. Peygamber (asm)’e salâtü selâm getirmek.

16 İnsan Rabbisine karşı acz ve fakrını nasıl hissedebilir?

İnsanoğluna, vicdanının sürekli duyurduğu, dış âlemin de aralıksız haykırdığı bir hakikat var: aczi ve fakrı.

Acz; güç yetirememek, elinden gelmemek, söz dinletememek gibi mânâlara geliyor.

Günlük konuşmalarımızdan üç cümle: “bugün hava çok soğuk.”, “içimde bir sıkıntı var.”, “başım ağrıyor.” Birincisiinsanın dış âlem karşısındaki aczini sergilerken, ikincisikendi öz ruhuna, üçüncüsü de bedenine hâkim olmadığını ilân eder.

İnsanın aczi ve fakrı için Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “acz-i mutlak” ve “fakr-ı mutlak” tabirlerini kullanır. Mutlak, yâni kendisine bir sınır çizilemeyen acz ve fakr. İnsan saç yapmaktan âcizdir, ama ona ihtiyacı da var; saçın fakiri. Göz, kulak, burun, dudak da yapamıyor; ama bunların da fakiri. Ne kalp yapmak elinden geliyor, ne ciğer ve ne böbrek; hepsinin de fakiri.

Atlıyoruz diğer organlarını ve dış dünyaya geçiyoruz : Dudağının önünde nöbet bekleyen havadan, toprağa, suya, güneşe, aya kadar nice mahlûkatı yapmaktan âciz ve bunların her birinin de fakiri.

Ve ebed yurdu: bu acz ve fakrın hayallere sığmaz misalleriyle dolu. Aczin son hududu, iradesizlik. Bir şey isteyebilmekten bile mahrum olmak… İşte insan nutfe hâlinde iken aczin bu en ileri mertebesinde idi.

İhtiyaç nedir, istemek nedir bilmezdi. Ağız nedir, akıl nedir bilmezdi. Güneş nedir, hava nedir bilmezdi… nutfe olduğunu, rahimde bulunduğunu, annesinin ötesinde uçsuz bucaksız bir kâinat olduğunu bilmezdi. O âlemden faydalanabilmesi için bu rahim menzilinde çok organlarla donanması gerektiğini bilmezdi. Bilse bile bunların yapılması onun için imkânsız idi. İşte insanoğlu bu menzilde mutlak bir acz içinde kıvranırken Allah’ın rahmeti ve inayeti imdadına yetişti.

Kader Risalesi’nde şöyle harika bir tespit var: “Sual ve cevap, dâi ve sebep ikisi de hak’tandır.” Bu cümlenin yaratılışa bakan yönüne nazar ettiğimizde, karşımızda sonsuz bir inayet tablosu görürüz.

Rabbimiz bize, ana rahminde, el verdi, ona parmaklar taktı. Yüz verdi, ona gözler, kulaklar taktı. Bizi nice organlarla, duygularla bezetti. Cevaplar ise dış dünyadaydı. Onları yaratan da o idi. Biz, ne suali, ne cevabı tanımazken, dış dünyadaki cevaplara uygun suallerle donatılıyorduk. Gözümüz sual, cevabı ise ışıktı, güneşti. Geldik, o cevabı bu dünyada bulduk. Kulağımız seslerle buluştu, elimiz elmayı tuttu, dilimiz tadına baktı, ayaklarımız yere değdi, ciğerimiz havayla tanıştı… ruhumuza takılan hisler ve duygular da cevaplarını bu âlemde buldular. Sevgi hissi, sevilecek çok şeyle karşılaştı. Korku hissi, dehşetli manzaralar gördü. Şefkat hissi, merhamet celbeden tablolarla buluştu…

Biz bütün bu cevapların hazırlanmasından sonsuz derecede âcizdik. Aczimize merhamet edildi ve saçımızdan tırnağımıza kadar bütün bedenimizi ve havasından semâsına kadar bütün kâinatı kendimize hizmetkâr bulduk. Bu sonsuz lütuflar bize gaflet vermesin, aczimizi unutturmasın diye rabbimiz, sıkıntıları, çaresizlikleri ve hastalıkları gönderdi.

Her hasta ayrı bir hoca. Bizleri uyarmakla vazifeli… Felçli adam tutmayan eliyle işaret ediyor: ellerinizi kendi kuvvetinizle kaldırmıyorsunuz! Kör adam bir başka hakikati gösteriyor: görme fiilinin mûcidi siz değilsiniz. Akıl hastası akıllılara ders veriyor: bu ilâhî makineyi güzelce çalıştırmak sizin maharetiniz değil. Sağır adam herkese işittiriyor: kulak fabrikasındaki işitme üretimini siz yapmıyorsunuz.

Bütün hastalıkları hayâlen alt alta diziniz. Onlara müptelâ olan insanları da yan yana getiriniz. Tümünün dilinden dökülen benzer ifadeleri şu cümlede bulabilirsiniz: “lâ havle velâ kuvvete illâ billâh.” “havl ve kuvvet ancak Allah’ındır.” Kimsede güç ve kuvvetten yana hiç bir sermaye yok. Kuvvetin her çeşidi ancak Allah’ın lütfu ve ihsanı.

İnsanın çok zengin olduğu ve bütün mahlûkatı geride bıraktığı bir diğer saha: fakr.

Fakr: elinde bulunmamak, ihtiyacı olmak. Zenginliğin zıddı.

Bir adam düşününüz; ayağına bol gelen eski ayakkabılarını sürterek yürüyor. Pantolonu yetmiş yamalı, kumaşın aslını ayırt etmek güç. Üzerinde bir gömlek; düğmeleri dökülmüş, rengi ağarmış. Onu görseniz “ne fakir adam” der ve acırsınız. Hükmünüz doğrudur, acımakta da haklısınız. “acaba bu adamdan daha fakir birisi olabilir mi?” diye düşünürken, birden hayâlinizde giydiklerinin hiçbiri kendi malı olmayan bir diğer fakir canlansın. İşte o ikinci fakir biziz, hepimiz, bütün bir insanlık âlemi.

Başımız mı bizim, gövdemiz mi, kollarımız mı? Hepsi Hakk’ın mahlûku.

Bacaklarımız mı bizim, ayaklarımız mı, parmaklarımız mı? Hepsi Rabbimizin ikramı…

Aklımız mı bizim, kalbimiz mi, hâfızamız mı? Tamamı Allah’ın ihsanı…

Biz kendimize mâlik olmadığımıza göre, bizden daha fakir kim olabilir?

Burada bir soru hatıra geliyor: Bu kâinatın en mükemmel meyvesi olan insan, niçin en âciz ve en fakir olarak yaratılmış? Bunun hikmetini şu harika ifadelerde olanca doyuruculuğuyla buluyoruz:

“Fâtır-ı hakîm, insanın mahiyet-i mâneviyesinde nihayetsiz azîm ve bir acz ve hadsiz cesim bir fakr dercetmiştir. Tâ ki kudreti nihayetsiz bir kadîr-i rahîm ve gınası nihayetsiz bir ganiyy-i kerîm bir zâtın hadsiz tecelliyatına, câmî, geniş bir âyine olsun.”(Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas)

Allah fakiri doyurur, güçsüze yardım eder… herkese ihtiyacı olan şeyleri gereği kadar lûtfeder. Kediye kanat gerekmez, öyleyse o, kanadın fakiri değildir. Yaradılışına bu ihtiyaç konulmamıştır. Ağaç da yürümek istemez. Onun da böyle bir ihtiyacı yoktur. Taşlar da büyümek istemezler…

Bütün bu mahlûkatın akla da ihtiyaçları yoktur. Bu noktada insanlardan zengindirler. O Rahman-ı Rahîm, her fakir mahlûkunun, tabiri câizse, cebini doldurmuş. Bu dünya hayatını güzelce geçirmesi için gerekli bütün organları, hassas bir ölçüyle ve gereği kadar, ona lütfetmiş… bu taksimatta fakirler daha kârlı çıkmışlar.

En fakir ve en âciz olan insan, yaratılışının gereği olarak, sadece hayatla yetinmemiş, akıl da istemiş. Dünya ile yetinmemiş, cennete talip olmuş. Cenâb-ı Hakk, taşın imdadına Rezzak ismiyle yetişmiyor. Zira, taşın rızka ihtiyacı yok. Ama kuşa rızık ihsan ediyor. Muhtaç olan kuştur. Ve görünüşte taş, kuştan daha zengindir. Fakat, Allah katında o fakirlik daha makbûl olmuş ve rezzak isminin tecellisiyle şeref ve rütbe noktasında, kuş, taşı çok gerilerde bırakmış.

Diğer isimler de bu misâle göre düşünüldüğünde, Allah’ın bütün isimlerinin tecellisine muhtaç olan insanoğlunun, mahlûkat içinde en fakir, en âciz, ama en şerefli olduğu açıkça anlaşılır.

Bu mânâyı zevkedebilen ârif insanlar “fakr” ile fahretmişler.

Kul aczini bildiği nisbette Rabbına sığınır; fakrını bildiği ölçüde o’na dua ve niyazda bulunur.

“Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var.” Âyet-i kerimesi, kendisine yapılan bu kadar ihsandan gâfil olarak, her şey ona hizmet etmeye mecbur imişçesine bir gurur ve kibir içinde yaşayan, önünü görmediği halde istikbâlini garanti zanneden, ölüm ötesi için Rabbine yalvarıp yakarmayan insanların, Allah katında hiçbir değer taşımadıklarını ifade buyuruyor.

Aczini bilmek, fakrını bilmek, kısacası, haddini bilmek, ne büyük saadet…

17 Ötanazi (ölme hakkı) caiz midir?

İslam dinine göre kişinin kendi canına kıyması (intihar) yasak olduğu gibi, tıbbi verilere göre yaşama ümidi kalmamış veya şiddetli acılar hisseden bir insanın yaşamına bir başkası eliyle son verilmesi talebi olan ötanazi de yasaktır.

Ancak yoğun bakım cihazına bağlı olarak yaşamını sürdüren kimsenin, solunum cihazından kurtarılmasının iki şartının bulunması durumunda caiz olacağı ifade edilmiştir. Bu şartlar;

A. Kalp ve solunum tamamen durmuş ve uzman tabiplerin, bu durumdan geri dönüşün artık imkânsız olduğu sonucuna varmaları.

B. Beynin bütün fonksiyonları kesin olarak durmuş ve uzman tabipler bu durumdan geri dönüş olmadığını ve beynin çözülmeye başladığına hükmetmiş olmalı.

Belirtilen bu şartların gerçekleşmesi durumunda, hastanın bağlı olduğu yoğun bakım cihazı kapatılabilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Ötanazi ve tedaviyi reddetme ile ilgili hükümler nelerdir?

18 "Nefsini bilen Rabbini bilir" sözünü nasıl anlamalıyız?

“Kendini bilen Rabbini bilir.” anlamına gelen rivayetinin hadis olup olmadığı konusunda tartışma vardır. İbn Teymiye bunun mevzu olduğunu söylerken, İbn Arabî bunun hadis olduğunu ve keşfen bunun sahih olduğunu gördüğünü söylemiştir. Edebu’d-din ve’d-dünya kitabında benzer bir hadise yer verilmiştir. (bk. Aclunî, 2/)

Okyanuslarda milyarlarla ifade edilemeyecek kadar çok balıkları birlikte yaratan ve yaşatan Rabb’inin bu haşmetli icraatını hayretle seyreden insan, satın aldığı birkaç balık için evinde bir akvaryum hazırlar. O da kendi âleminde o balıklara merhamet etmekten, onların yemlerini vermekten, akvaryumun bakımını yapmaktan bir haz duyar.

Zemin yüzünü çiçeklerle, ağaçlarla donatan Rabb’inin bu rahmet saçan icraatlarını ibretle seyreden insan, kendi bahçesine, yine O’nun terbiye ettiği fidanları diker ve onların bakımını yapmaktan bir zevk duyar.

Semanın yıldızlarına bakar, o da kendi evinin tavanını avizelerle donatır. Her bir meyve ağacını ayrı bir fabrika olarak seyreder. Bu sessiz, mükemmel ve mütevazi fabrikaların bedeline, o da haşmetli, gürültülü ama neticesi onlarla kıyaslamayacak kadar cılız birtakım fabrikalar yapar. Onun fabrikalarında da basit maddeler terbiye görerek mükemmelleşir ve kıymet kazanırlar; ama otları yün haline getiren koyun fabrikasına karşılık, o sadece hazır yünleri kumaş haline getiren fabrikalar kurabilir.

Misâlleri çoğaltabiliriz. Her misâl, insanın, “esma-i İlâhiyeye ait garaibin fihristesi hem şuun ve sıfat-ı İlâhiyenin bir mikyası olduğu” hakikatına bir başka açıdan baktırır. Bütün bunlar birlikte düşünüldüğünde, “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” hadis-i kudsîsinin hakikati bir derece anlaşılır.

Cenâb-ı Hak ibadet için, marifet için yarattığı bu sevgili kuluna kendisini tanımasına yardımcı olacak sıfatlar ve haller takmış. Ve o sevgili kul, sonradan yaratılan o sınırlı kudretine bakarak Halık’ının ezelî ve sonsuz kudretini bir derece bildiği gibi, merhametini, gazabını, şefkatini de ölçü tutarak Halık’ının sıfat ve şuunatını bir derece tefekkür edebiliyor. Ve insan bu haliyle bir fihriste, bir harita gibi Rabb’inin isim, sıfat ve şuunatını gösterebiliyor.

Bir harita bir ülkeyi tarif eder ama, o haritadaki şehirlerde insanlar yaşamaz, denizlerinde su bulunmaz, ırmaklarında yüzülmez, ormanlarında gezilmez. O sadece bir surettir, bir fihristedir, bir gölgedir. O beldeyi gösterir, fakat o beldenin özelliklerini taşımaz.

Bu noktadan gâfil olmamak şartıyla, insanın, birçok sıfat, his ve şuunatı taşıyan manevî simasında İlâhî sıfatlardan ve şuunattan haber veren bazı işaretler bulmak mümkün

19 İyilikleri Allah'tan, kötülükleri nefisten bilmek, ne demektir?

İlgili ayetin meali şöyledir:

“Sana gelen her iyilik ve sevap Allah'tandır, sana ne günah dokunursa kendindendir” (Nisa, 4/79)

Kainattaki her şeyin Halikı ve Rabbi’nin Allah olduğunu ihsas etmektir. Yani bizim tüm azalarımızı ve ruhi hassalarımızı yaratan Allah olduğu gibi, bizden sudur eden görme, işitme, konuşma v.s gibi fillerimizde Allah tarafından yaratılmaktadır.

İnsan istediği ve irade ettiği şeyler iki kısımdır. Bunlardan birisi, iyi şeyler, diğeri kötü ve fena şeylerdir. Allah sizin iyi insan olmanızı ve rızası dairesinde hareket etmenizi istemektedir. Bundan dolayı, sizin iyilik işlemeniz için göz, kulak, akıl, kalp ve dil gibi aza ve hissiyat vermiştir. Bunların iyi ve hayırlı yönde kullanılması için, sizi teşvik etmekte ve peygamberler ile kitapları göndermektedir. “Bunları yaptığınız taktirde hem dünyada rahatlık, hem de ahirette ebedi rahatlık kazanacaksınız.” diye insanların hayırlı işler işlemesini istemektedir. İşte hem işlenen hayırlı şeyleri yaratan ve hayırlı şeylerin işlenmesi için gereken tüm şartları yerine getiren Allah’tır. Fakat bu kadar teşviklere ve bu kadar iltifatlara rağmen, yine de günahlarda ısrar edilirse elbette bu istek ve arzu Allah’tan değil, sizin nefsinizdendir, diye ifade edilmektedir.

Fiillerin yaratılmasının ancak Allah’a ait olduğu, bu fiillerin hayırlı olanlarının Allah tarafından istendiğini, hayırsız ve fena olanların ise insanlar tarafından istendiğini ve arzu edildiğini izah etmektedir.

• Hayır ve Şerri Allah'ın Yaratması:

İnsanın irade ve ihtiyariyle işlediği, hayır olsun şer olsun, bütün amellerini yaratan ancak Cenâb-ı Hak'tır. Ondan başka Halik yoktur ve yaratmak ona mahsustur. Lakin, hayrı ve şerri insan kendi ihtiyariyle istemekte, dolayısıyla da mes'uliyeti o çekmektedir. Bu hakikate iki misâl ile işaret etmeye çalışalım.

İnsan ruhuna görme kabiliyetini veren, ruh ile göz arasındaki münasebeti kuran ve göz fabrikasına ışığın bir hammadde gibi girerek görmeyi netice vermesini takdir eden Allahü Azimüşşân'dır. Bu fiillerde insan iradesinin ve kudretinin hiçbir te'siri yoktur. O halde, görme fiilini yaratan ancak o Hâlık-ı Küllî Şey'dir. Fakat Cenâb-ı Hak, insana bazı şeylere bakmasını helâl, bazılarını ise haram kılmıştır. İşte insan onun helâl kıldığı şeylere bakmakla hayır, haram kıldıklarına bakmakla şer işlemiş olur. Her iki hali de, yâni hayır ve şerri netice veren iki görme fiilini de, yaratan Allah'tır.

Aynı şekilde, yürüme fiilini yaratan da Cenâb-ı Hak'tır. İnsanın herhangi bir yere veya istikamete gitmeyi arzu etmesiyle birlikte ayaklar onun seçtiği hedefe doğru harekete başlar. İnsanın bu hareketi ihtiyari bir fiildir. Bu fiil ile bir ıztırarî fiilin, meselâ, dünyanın güneş etrafında dönmesinin farkı açıktır.

Cenâb-ı Hak güneşe dünyayı istediği gibi hareket ettirme iradesini vermemiştir. Bu sebeble dünya Allah'ın takdir ettiği yörüngede milyarlarca seneden beri dönmektedir. Fakat insanın yürüme fiilinin yönünün tâyin ve tesbitini onun cüz'î iradesine bırakmıştır. Yürüme fiilini Allah yaratmakla birlikte, gidilecek yeri insan tercih ettiğinden, mes'uliyet ona aittir. O halde insan Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı yürüme fiiliyle O'nun emrettiği bir yere gittiğinde hayır, yasakladığı bir yere gittiğinde ise şer işlemiş olur. Bu iki misâle insanın diğer fiillerini kıyas edebiliriz.

O halde, hayır ve şerrin Allah'tan olması, bizim yaptığımız bütün amelleri onun yaratması demektir.

• Hidâyet ve Dalâlet:

Hayır ve şerrin Allah'tan olması cihetiyle, insanları hidâyete erdiren ve dalâlete düşüren ancak odur. İnsanlar birbirinin hidâyet ve dalâletine sadece sebeb olurlar. Hidâyet ve dalâleti Cenâb-ı Hakk'ın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler, Hidâyet Allah'tandır, o nasib etmedikten sonra insan doğru yola giremez, diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşad etme yolunu kapatmakta, hem de kendilerini kusurlarından mazur göstermek istemektedirler.

Önce şunu belirtelim. Cenâb-ı Hakk'ın dilediğine hidâyet buyurması caizdir. İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak odur. Lâkin Hâlık-ı Hakîm'in bir kulunda dalâlet yaratması, o kulun kendi cüz'î iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. Yoksa, kul kendi kabiliyetini dalâlete yöneltmedikçe, Cenâb-ı Hakk onu o yola sevketmez. Aynı durum hidâyet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeblere tevessül ettikten sonra neticeyi Allah'tan bekler. Zira Rezzâk (rızık verici) ancak odur. Sebebleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle rızkı elde etmeye muhakkak gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye Allah'ın emir ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. Zira, Hadi (hidayete erdirici) ancak Allahü Azimüşşân'dır. O Zât-ı Zülcelâl'in dilediğine hidâyet vermesi ise, hidâyet şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidâyet vereceği demektir. Yoksa, hidâyet sebeblerine teşebbüs etmemek mânâsına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık misâlinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeye benzer.

Bu noktada bir hususun açıklanması gerekmektedir. Tarlasına tohum ekemeyen kimsenin mahsul alamayacağı kesindir. Her sebebe hakkıyla riayet eden kimse ise yüzde doksan dokuz ihtimalle mahsule kavuşur. Yüzde bir ihtimal ile dolu, sel, kuraklık gibi bir musibet söz konusu olabilir. İşte, az da olsa netice alamama ihtimalinin bulunması insanın dergâh-ı İlâhiye'ye iltica etmesi ve O'na yalvarması hikmetine binâendir. Bu hakikat, hidâyet meselesi için de söz konusudur.

• Bütün iyiliklerin Allah'tan, Günahların Nefisten Olması:

Misâllerin hakikat yıldızlarını gözetmekte birer dürbün vazifesi görmesi kaidesince, bu hakikati bir temsil ile açıklamaya çalışacağız.

Bir padişahın, memurlarından birisine kâfi miktarda altın vererek, bunların bir kısmıyla Kur'ân-ı Kerim tab'edip dağıtmasını emrettiğini, diğer kısmıyla da ahalinin ibâdeti için Süleymaniye gibi bir cami, ilim ve irfan sahasında terakkileri için Fatih Külliyesi gibi bir külliye ve düşmana karşı en güzel şekilde hazırlanmaları için de Selimiye gibi bir kışla yaptırmasını ferman buyurduğunu farzediniz. Bu memur verilen emirleri aynen yerine getirdiği takdirde ortaya çıkacak hayırlı neticelere sahip çıkabilir mi? "Bütün bu Kur'ân-ı Kerimleri ben bastırdım, bu cami, külliye ve kışla hep benim eserlerimdir." diyebilir mi?

Fakat o memur, padişahın emrinin hilâfına, altınlarla Kur'an bastırmak yerine, insanların itikad ve ahlâkını bozacak eserler bastırarak dağıtsa; cami, külliye, kışla yerine insanları ahlaken sukut ettiren rezalet yuvalan açsa, gençleri devlete ve millete düşman hale getirecek kamplar kursa bütün bu faaliyetlerin neticesi olarak cemiyet hayatı alt üst olsa, bu adam diyebilir mi ki, "Bütün bu işleri padişah yaptı, çünkü bana bunları yapmam için gerekli sermayeyi o verdi?"

Her iki halde de sermayeyi veren padişahtır. Sermaye padişahın emri üzerine kullanıldığında bütün şeref ona aittir. Emrinin aksine kullanıldığında ise ortaya çıkacak bütün şer ve tahribat sermayeyi yanlış yolda kullanan kişiye ait olur.

Cenâb-ı Hak da herbir insana akıl, hafıza, hayal gibi hârika cihazlar takmış ve herbiri ayrı bir âlemin kapısını açan görme, işitme, korkma, sevme gibi nice hisler vermiştir. Gözün büyüklüğünü ve görme sahasını iradesiyle takdir ettiği gibi, neye bakılıp neye bakılmayacağını da hikmetiyle tâyin etmiş ve tercihi insanın cüz'î iradesine bırakmıştır. Aynı şekilde, insanın neyi dinleyip neyi dinlemeyeceğini, neyi konuşup neyi konuşmayacağını tesbit etmiştir. Bütün azaların ve latifelerin kendi emri üzere kullanılması halinde, insana mükâfat olarak Cennet'te ebedî bir saadet ihsan edeceğini de vaad etmiştir.

İşte insan, Hak Teâlâ'nın ihsan ettiği bu büyük sermayeyi onun nzası istikametinde kullandığında, ortaya çıkan dünyevî ve uhrevî neticeleri Allah'tan bilmeli ve ona minnettar olmalıdır. "Lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri kuru çubuğunda aranılmaz." hakikatini rehber edinerek, kendisine ihsan edilen nimetleri gasb ve temellük etmemelidir. Cenâb-ı Hakk'ın ona lütfettiği bu büyük sermayeyi, onun nzası hilâfına kullanan kimse, elde edeceği şerli neticelerden elbette ki tamamen mes'ul olacaktır.

20 İslam'da ahiret kardeşliği (ahretlik) diye birşey var mı? Bunun anlamı, dünyada ahirette birlikte olmak istediğin kişiyi seçmekmiş. Bunu işaret eden bir yorum var mı?

İslam'da soy veya süt yolundan başka, kadın ile erkek arasında kardeşlik yoktur.Dolayısıyla İslam'da ahiret kardeşliği veya ahiret evlatlığı diye bir müessese yoktur.

İslâm'da din kardeşliği, neseb (soy) kardeşliği, süt kardeşliği gibi kardeşlikler vardır. Neseb kardeşliği ile soy kardeşliği evlenmeye yani nikâhlanıp karı koca olmaya engeldir. Bilindiği gibi nesep kardeşliği mirasın sebeplerinden birisidir. Kardeş olanlar biribirine mirasçı olabilirler.

Ahiret kardeşliğinden kasdedilen mana din kardeşliği ise, zaten bütün müminler kardeştir. Bu durum,

"Şüphesiz mü'minler biribiri ile kardeştirler." (Hucurat, 49/10)

âyetindeki hüküm ile ifade edilmektedir. Bu kardeşlik mirası gerektirmediği gibi, nikâha da engel olmamaktadır. Din kardeşliği, dini, ahlâkî manadaki yardımlaşmayı gerektiren bir husustur. Miras ve nikâh hususunda müsbet veya menfi her hangi bir fonksiyonu yoktur.

Ayrıca Paygamber Efendimizin (as) yaptığı kardeşlik konusu da vardır. Buna "Muahat" denilmektedir.

Nübüvvetin on üçüncü yılında, Evs ve Hazreçli Müslümanların daveti üzerine mal ve mülklerini Mekke'de bırakarak Medine'ye gelen muhâcirler, her şeyden mahrum idiler. Muhâcirleri mahrumiyetten kurtarmak ve onları Ensâr ile kaynaştırmak için aralarında manevî kardeşlik tesis edildi: Bu kardeşlik karşılıklı yardımlaşmaya ve sevgiye dayalı idi. (Müslim, Fedâilü's-Sahabe, , ; İbn Sa'd et-Tabakât, I/; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü'l-Meâd II/63).

Bu muâhâtın, Enes b. Malik'in evinde Bedir harbinden önce doksan veya yüz kişi arasında yapıldığı rivayet edilir. (İbn Sa'd, et-Tabakât, I/).

Bu anlamda muhtaç müminlerle, ailelerle, kurumlarla hatta ülkelerle bile yardımlaşmak ve destek olmak için kardeşlikler yapılabilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

MUÂHÂT

21 İnsandan daha üstün varlıklar var mıdır?

İşaret edilen ayetin meali şöyledir

“Gerçekten biz Âdem evlatlarını şerefli kıldık, karada ve denizde kendilerini taşıyacak vasıtalar nasip ettik, onlara helal ve hoş rızıklar verdik ve onları yarattığımız varlıkların çoğuna üstün kıldık.” (İsra, 17/70).

Bu ayetteki üstünlük güç ve hakimiyet ile şeref ve kerâmet tarzında yorumlanmış (Beydâvî, 3/; Kurtubî, 10/), hatta bu ayetle beşerin melekten üstün olduğuna delil getirilmiştir. (bk. İbn Kesîr: 3/)

Ayette geçen “kerem” kavramı, İslâmî literatürde hem Allah'ın insanlara şeref, soyluluk, üstünlük gibi manevî meziyetler bahşetmesini hem de mal-mülk vermesini ifade eder. Böylece âyet insanı dünyada Allah'ın lütfuna en çok mazhar olmuş, en seçkin, en değerli varlık olarak göstermektedir. Tefsirlerde insana seçkinlik kazandıran özellikler akıl, zekâ, temyiz, düşünme, yazma gibi melekelerden başlayarak çeşitli psikolojik ve fizyolojik özelliklere, estetik zevklere, ahlâkî yatkınlıklara, canlı ve cansız varlıklar üzerinde tasarruf yetkisine, ekonomik faaliyetlerde bulunma özelliğine, şehirler ve uygarlıklar kurma kabiliyetine kadar birçok meziyete sahip olmasıyla açıklanmaktadır. (bk. Razi, XXI, ; Kuran Yolu, ilgili ayetin tefsiri)

Eski tefsirlerde insan mı melek mi daha üstün diye bir tartışmaya girilmişse de (bk. Râzî, XXI, 16) İbn Âşûr'un da belirttiği gibi (XV. ) burada böyle bir mukayese söz konusu olmayıp, insanın bazı varlıktan çeşitli şekillerde kendi hizmetinde kullanması, onlardan yararlanması kastedilmiş olabilir.

Ayrıca, insanların “yaratılan varlıkların çoğundan üstün olması”, onların bir kısmından üstün olmadığı anlamına gelir gibi anlaşılsa da, bundan “bazı varlıkların insandan üstün olduğu” manası da çıkmaz. Çünkü bazılarıyla eşitlik söz konusu olabilir.

Ayette geçen “onları yarattığımız varlıkların çoğuna üstün kıldık” ifadesinin asıl metninde geçen “men” kelimesi, canlı, şuurlu varlıklar için kullanılır. Bundan anlaşılıyor ki, insanların üstünlükte kıyaslandığı / karşılaştırıldığı varlıklar, cansız varlıklar değil, cin, melek gibi canlı, şuurlu varlıklardır. Cinlerin insanlardan üstün veya eşit olduğuna dair herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Aksine, literatürde, insanların yeri hep onlardan daha üstün olduğu yönündedir. Hz. Âdem’den sonra cinlerden peygamberlerin gelmemesi, onlardan bazı temsilcilerin, insanlardan olan peygamberlerden öğrendiklerini götürüp milletlerinden olan diğer cinlere tebliğ etmeleri, insanların onlardan daha üstün olduğunu göstermektedir.

“Hani biz bir vakit cinlerden birtakımını Kur’ân dinlemeleri için sana göndermiştik. Kur’ân’ı işitip dinleyecek yere gelince birbirlerine: 'Susun, dinleyin!' dediler. Okuma tamamlanınca kendi toplumlarına birer uyarıcı olarak döndüler.” (Ahkaf, 46/29)

mealindeki ayette bu husus vurgulanmıştır.

Cinlerin Hz. Süleyman (as)’a hizmet etmeleri, onun emrinde çalışmaları da cinlerin insanlardan daha aşağı bir derecede olduğunu göstermektedir.

İnsanların meleklerden üstün olup olmaması hususu tartışmalıdır. En çok kabul gören görüşe göre, insanlardan gelen peygamberler, melek olan elçilerden daha üstündür. İnsanlardan olan avam kesimi de meleklerin avam kesiminden daha üstündür.

Hazret-i Âdem'in meleklere karşı üstünlüğünü ortaya koyan en büyük bir mucizesi, tâlim-i esmâdır. Bu cüzî hadisede, şöyle küllî bir düsturun unsurları vardır. Bu düsturu şöyle açıklayabiliriz: İnsan nevinde -yeryüzü halifeliğine yakışır şekilde- geniş kapsamlı bir istidat ve kabiliyet yaratılmıştır. Bu kapsamlı kabiliyeti cihetiyle, kâinatın hadsiz ilim ve fenleri, Allah’ın isim, sıfat ve şuunatına ait pek çok ilim-irfan öğretilmiştir. Bu harika ilmî kerametin lütfedilmesiyle, insan oğlu emanet-i kübrâyı üstlenebilmiş ve bu dâvâsında değil yalnız melekelere, belki semâvat ve arz ve dağlara karşı bir rüçhaniyet/üstünlük kazanmış ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i mânevîsi olmuştur.(bk. Sözler, Yirminci Söz, Birinci Makam).

Kur'an genellikle insanların hemen her gün yaşadıkları ya da çevrelerinde sürüp gittiği için farkına varamadıkları, fakat aslında son derece anlamlı olayların ibret verici yönlerine dikkat çekerek burada tecelli eden ilâhî güç ve hikmetin acık seçik kanıtlarını görmelerini ister.

22 Kabil tövbe etti mi?

Tefsirlerde ve diğer İslami eserlerde geçtiği gibi Kabil ziraatçı,Hâbil ise çobandır. Kabil'in kurbanı değersiz cılız başaklardan oluşan bir demetti. Üstelik cılız başaklar arasındaki dolgun bir başağı kurban etmeğe kıyamayarak yemiş, Hâbil ise beğendiği bir koyunu, hem de geciktirmeden, kurban etmişti (Hasan Basri Çantay, Kur'an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, I, ). Hâbil'in kurbanı kabul görmüş, o zaman âdet olduğu üzere gökten inen beyaz bir ateş parçası Hâbil'in kurbanını yakmıştı. (Tecrîd i Sarîh tercümesi, IX, 84; İbn Kesir, Tefsir, III, ).

Kıssanın bundan sonrası Kur'an-ı Kerîm'de şöyle ifade edilir:

"Onlara Âdem'in iki oğlunun kıssasını hakkıyla oku(çünkü onlar bu kıssanın tıpatıp uyduğu kimselerdir). Hani Âdem'in iki oğlu birer kurban takdîm etmişlerdi de(her nedense)birinden kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen, diğerine; Ahdim olsun) seni katledeceğim.' dedi. Diğeri ise, 'Allah ancak muttakîlerden(kurban)kabul eder. Öyleyse Allah'tan kork, niyetini düzelt. Eğer sen, beni öldürmek için elini kaldırsan bile, ben seni öldürmek için elimi kaldıracak değilim. Çünkü ben Rabbü'l-âlemîn olan Allah'tan korkarım. Dilerim ki sen, kendi günahınla birlikte benim günahımı da yüklenesin ve de cehennemliklerden olasın. İşte zalimlerin cezası budur.' dedi."

"Nihayet (Kabil, Hâbil'i) öldürmekte nefsine uydu ve onu öldürerek zarara uğrayanlardan oldu."

"Sonra Allah kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini ona göstermek üzere, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Çünkü ilk defa bir ölüm oluyor ve Kâbil gömmeyi düşünemiyordu. Yapacağı işi bir kargadan öğrenince)'Bana yazıklar olsun! Kardeşimin ölüsünü örtmek konusunda, bu karga kadar (bile)olamadım.' dedi de ettiğine yananlardan oldu."(Mâide Suresi, 5/).

Bazı rivayetlere göre, karga başka bir kargayı öldürdü veya bir karganın leşini buldu ya da beraberinde getirdi, yeri eşeleyerek gömdü ve Kâbil'e örnek oldu.

Kabil'in duyduğu pişmanlık "tövbe pişmanlığı" değildi. Yapmaya cesaret topladığı hadisenin, karşılığını görmediği, katlanmak zorunda kaldığı vicdanî eziyyet ile çektiği sinir yorgunluğu içindi. Eğer tövbe pişmalığı olsaydı, Allah tövbesini kabul ederdi. Pişmanlığı ancak işlediği cinayetin gerekçesiz oluşundan ve karşılaşacağı eziyet, yorgunluk ve üzüntüden kaynaklanmaktaydı.

Kıskançlık ve benzeri nefsanî duygulara boyun eğen insan, kardeşini dahi öl­dürebilir; ancak bunun sonu dünyada insanı içten içe yakan vicdan azabı ve piş­manlık, ahirette ise cehennem ateşidir. Kıskançların gözleri kendi üzerlerindeki ni­metlere karşı kördür; Allah'ın kendilerine lütfettiği nimetleri göremezler, başkala­rının ellerindeki nimetleri görür ve onlara karşı kin güderler. Şüphesiz bu durum kötü bir hastalıktır. Bu hastalığın şifası ise İslâm'ın kurallarını yaşayarak nefsi ter­biye etmek ve onu kötülükleri emreden bir nefis olmaktan çıkarıp Allah'ın kendi­sine lütfettiklerine razı olan bir nefis haline getirmektir. Kabil, bunları yerine getirmediği için, pişmanlığı da bir tövbe olmamıştır.

Kabil'in pişmanlığının neden bir tövbe ve nedamet sayılmadığı konusunda başka açıklamalar da yapılmıştır:

a)  Kabil, Hâbil'i nasıl defnedeceğini kargadan öğrenince, o, Hâbil'i bir sene sırtında taşıdığına pişman oldu

b) O, kardeşini öldürdüğü için pişman oldu, çünkü o, onu öldürmekle bir şey elde edemedi, üstelik bu yüzden ebeveyni ve kardeşleri ona kızdılar, gazap ettiler.. Böylece onun nedameti, öldürmenin bir günah olduğuna inandığı için değil, işte bu sebeplerden dolayı olmuştur

c) O, Hâbil'i öldürdükten sonra, ona hakaret olsun diye, çölde bıraktığına pişman olmuştu. Zira, karganın diğer kargayı öldürüp, sonra da onu gömdüğünü görünce, kalbinin bu denli katı olmasına pişman olmuş ve "Bu benim kardeşim ve diğer taraftan aynı batından ikizimdir. Onun eti benim etime, kanı da kanıma karışmıştır. Karga kargaya şefkat etti, ama benden kardeşime karşı bir şefkat zuhur etmedi. Merhamet ve güzel huylar bakımından, ben kargadan daha aşağıyım!.."demiştir.

Böylece onun nedameti Allah'tan korktuğu için değil, işte bu sebeplerden dolayı pişman olmuş; bundan dolayı bu pişmanlık kendisine fayda vermemiştir. (bk. Razi, Maide, ayetin tefsiri)

Bu fecî hâdise cereyan ettiği sırada, Hz. Âdem (as) bütün oğullarını Kâbil'e emânet etmiş ve başka bir yere gitmişti. Dönüşünde hâdiseyi duyunca çok üzüldü ve Kâbil'e lânet-beddua etti. Bunun üzerine Kâbil de kızkardeşini alarak babasının yanından uzaklaştı, Yemen taraflarına giderek ölünceye kadar oralarda kaldı. (Taberi, Tarih, I, 80; bk. Bilal Temiz, Şamil İslam Ans., HABİL VE KABİL maddesi)

İlave bilgi için tıklayınız:

- HÂBİL (ve KÂBİL)

23 Bazı çevrelerce, ilk insanların konuşma bilmedikleri iddia ediliyor, bu doğru mudur?

İnsanın, ayrılmaz özelliklerinden biri de konuşmasıdır. Bu ise, ilk insandan itibaren mevcuttur. Çünkü, insanın ahsen-i takvimde yaratılışı, yani iç ve dış varlığıyla en güzel bir şekilde oluşu bunu gerektirir. Bir diğer ifadeyle, bütün kâinata serpiştirilen hikmetler insanda toplanmıştır.

Akıl düşünmekle, göz görmekle, kulak işitmekle dil ise konuşmakla hikmetli olabilir. Aksi hâlde bu azalar bulundukları yerlerde abes olurlar.

Dil; akıl ve kalbin ürettiği fikirleri anlatan, ruhun hissiyatını aktaran bir vasıtadır. Kapı ve penceresiz bir ev ne ise, göz, kulak ve dilsiz bir akıl da odur. Çünkü göz, ruhun dışa açılan bir penceresi olduğu gibi, kulak da aklın ahizesi, ağız ve dil ise, manaların telaffuz şeklinde dışarıya çıkış kapısıdır. Buna göre ilk insanların konuşamadıklarını ileri sürmek, o insanların büyük bir bunalım geçirdiklerini ve akıllarının kendi başlarına bir bela olarak verildiğini kabul etmek demektir.

Kur’an-ı Kerim’de, ilk insan unvanını alan Hz. Âdem (as)’ın Cenab-ı Hak tarafından öğretilen eşya isimlerini saymak suretiyle, meleklere üstün geldiğini okuyoruz (Bakara, 2/53). Aynı zamanda ilk peygamber de olan Hz. Âdem (as)’ın, vahiyle aldığı on sayfalık ilk İlahi emirleri çocuklarına anlatarak tebliğ ettiği de bilinen bir husustur.

İnsan, Cenab-ı Hakk’ın muhatabıdır. İlk insan da bu lütfa mazhardır, son gelen de

Diğer taraftan, dildeki konuşma istidadı, İlahi kudretin azametini ilan eder. Nitekim, dillerin ve renklerin değişik bir şekilde yaratılışı, Kur’an’da kudret şahitleri olarak gösterilir. (Rum, 30/22)

Şu hâlde insan, konuşmadan mahrum olmamış, dilsiz kalmamıştır. Ancak, ilk insanlar, başlangıçta, bir aile denebilecek kadar az sayıdaydı ve bunların kullandıkları dil, kendi zamanları ve ihtiyaçları ölçüsündeydi.

Ancak bugün dünyada konuşulan bütün dillerin Hz. Âdem (as)’ın çocuklarından kaldığını söylemek eksik olur. Zamanla bir dilden birkaç dil türemiş, lehçe farklılıkları zamanla farklı bir dil hâline gelmiştir.

Mesela, bugün Türkçe konuşan iki yüz milyonun üzerinde insan vardır. Fakat ayrı ülke, kültür ve çevrede yaşamanın verdiği değişiklikler, aslında bir olan Türkçe’nin, Kazakça, Kırgızca, Çağatayca, Uygurca, Göktürkçe gibi telaffuzu, konuşulması gibi bazı farklılıklar arz ederek ayrı bir dil hâline bürünmelerine sebep olmuştur. Asılları Latince olan Fransızca ve İtalyanca gibi Batı dilleri için de aynı şeyi söylemek mümkündür.

24 İnsanın özellikleri ve diğer varlıklarla arasındaki farklar nelerdir? İnsandaki temel kuvve ve duygular hakkında bilgi verir misiniz?

Cenâb-ı Hakk’ın kâinat sarayında yarattığı cismanî varlıkların sonuncusu insandır. İnsan, diğer varlıkların yaratılmasından sonra, hepsinden daha şerefli ve kıymetli olarak yaratılmıştır. Yaratılışı (hilkati) bir ağaca benzetirsek, insan, âdeta o ağacın meyvesi hükmündedir. Bir ağacın en kıymetli parçası ise, bilindiği gibi meyvesidir. Ağaçtan beklenen asıl netice, o meyvede toplanmaktadır. İnsanın, yaratılış ağacının meyvesi yerinde olması, onun değerini en güzel şekilde gösterir.

İnsanın hem meleklere, hem de hayvanlara benzeyen tarafları olduğu gibi, onlardan ayrı pek çok özellikleri de vardır. Bunların üzerinde kısaca duralım.

İnsanlar ve Melekler:

İnsanlar, Allah’a kulluk etmek, O’nu tanımak ve O’nun bütün kâinatta tecelli eden kudret ve saltanatına şahadet ve nezaret etmek görevi cihetiyle meleklere benzerler. Hattâ, insan, bu hususta daha kabiliyetlidir. Daha kapsamlı bir yaratılışa sahiptir. Fakat onda şerre iştahlı ve kötülüğe meyilli bir nefis de bulunduğundan, meleklerden farklı olarak, çok mühim terakki ve tedenniye yani manevî yükseliş ve düşüşe namzettir. (Sözler, )

Nefis ve şeytana uymak suretiyle Ebû Cehiller ve Nemrud’lar kadar alçaldığı gibi,  nefis ve şeytanı dinlemeyip  Allah’ın  emirlerine itaat etmek suretiyle de Nebiler, Sıddîklar ve Evliyalar mertebesine yükselmektedir. Böylece mânevi kemâlâtta melekleri bile geçebilmektedir.

Meleklerin ise, makamları sabittir. İlerleme ve gerilemeleri yoktur. Yaratılışları gereği masumdurlar. Bu bakımdan insan, meleklerden farklı bir fıtrata sahip ve daha üstün makamlara namzettir.

 

İnsanlar ve Hayvanlar:

İnsanlarla hayvanların müşterek özellikleri; ikisinin de yaptıkları işlerde ve hizmetlerde nefisleri için bir haz, lezzet ve ücret aramalarıdır. Hayvanın lezzet ve hazzı, sadece dünyevîdir, bizzat yaptığı işin içindedir ve o âna mahsustur. Onlar, yaptıkları işlerden tam bir zevk ve lezzet alırlar.

İnsanın ise, iki türlü lezzet ve ücreti vardır.

Biri: Cüz’idir, hayvanidir, muacceldir. Yani, dünyada verilir, yaptığı işe vukuu anında peşin terettüp eder. Meselâ, insanın hayır yaptığında ferahlaması ve sevinmesi, kötülük yaptığında da vicdan azabı duyması; bir nevi, yapılan işe dünyada verilen ücret veya cezadır.

İkincisi: Küllidir, melekidir, müecceldir. Yani, âhirette verilecektir.

İnsanın hayvanlardan ve diğer varlıklardan farkına gelince:

a) İnsanın mahiyeti ulvîdir, kıymeti yüksektir, olgunlaşma ve gelişmesine sınır yoktur. Hayvanların ise mahiyetleri cüz’idir, kıymetleri şahsidir, olgunlaşmaları mahduttur. İnsanın her bir ferdi, hayvanların bir nev’ine mukabil gelebilecek bir külliyet ve camiiyete sahiptir. Hayvanların binlerce nev’inin yaptığı vazifeleri, bir tek insan nev’i mükemmel şekilde yapabilmektedir.

İnsanın bu geniş kabiliyeti, ulviyet ve kemâli şu sebebten ileri gelmektedir: Cenâb-ı Hak insanların kuvvelerine ve duygularına yaratılıştan bir hudut çizmemiş, bir kayıt koymamış, serbest bırakmıştır. Halbuki hayvanların kuvve ve duyguları sınırlıdır. Yaratılıştan kayıtlıdır. İnsanın ise her bir kuvvesi hadsiz bir mesafede dolaşabilme vasfına sahiptir. Bu sayede insan, Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimlerine mazhar olabilmektedir. Eğer duygularına sınır konulsaydı, insanın da istidat ve kabiliyetleri, hayvan gibi dar bir daire içinde sıkışıp kalır, Cenâb-ı Hakk’ın binbir esmasının aynası ve mazharı olamazdı. (*) İnsanın duygularının sınırsızlığı, onu aynı zamanda sonsuz bir terakki ve tedenniye de mazhar etmiştir. (Bk: Mektubat, )

*İnsanın duygularının sınırsız olduğuna bir misâl: İnsan hırs ile bütün dünya kendine verilse “hel min mezîd” yani “daha yok mu?” diyecektir. Resûl-i Ekrem’den (S.A.V.) bu hususta şöyle bir hadîs-i şerif rivayet edilir: “İnsanoğlunun mal ve altın dolu iki vadisi olsa (kanaat etmeyip) üçüncü bir vadiyi de ister. O’nun karnını ancak toprak doldurur.” (Müslim, II, , K. Zekât)

Cenâb-ı Hak, insanın bu duygularına yaratılıştan bir sınır çiz-memekle beraber, tamamen başıboş da bırakmamış, gönderdiği Şeriat ve Peygamberlerle onlara bir hudut tayin etmiştir. İnsanı, bu duygularını, cüz’i iradesini sarfederek yasal sınırlar içinde tatmin etmek ve kullanmakla mükellef tutmuştur. İnsanın imtihan edilmesinin mânâsı da böylece gerçekleşmektedir.

b) İnsanın görüş ve anlayış ufku çok geniştir. Gerek nefsine ve gerekse nefsi dışındaki varlıklara,  hâdiselere ilişkin idraki küllî ve umumîdir. Fikir ışığı sayesinde eşyayı analiz ve sentez kabiliyetine sahiptir. Bir şeyin meydana gelmesi için lâzım olan malzemeleri tesbit ve tayin eder, Sonra bunları bir plân dahilinde birleştirir. Meselâ: Bir evin yapılması için lâzım olan taş, ağaç, çimento gibi lüzumlu şeyleri bir araya getirir ve bir ev yapar. Halbuki hayvanın görüş ve anlayışı sınırlıdır. Analiz ve sentez kabiliyeti yoktur. Eşya arasında ilgi  kurup onlardan  bir sonuç çıkaramaz. (Mesnevi-i Nuriye Ter. ; Muhakemat, )

c) İnsanın lezzet ve üzüntüsü kısmen süreklidir. Zira akıl ve fikir sebebiyle sadece bulunduğu ânla değil, geçmiş ve gelecek zamanlarla da alâkalı  bir hüviyete  sahiptir. Geçmiş  zamanda  başına gelmiş dertleri düşünüp onların kaybolup gitmesinden sevinç ve lezzet duyduğu gibi; istikbal endişesiyle daha gelmeden,  gelmesi muhtemel acıklı vaziyet ve hallerden üzüntü duyar, rahatı kaçar. Veya şimdi aldığı lezzet ve zevklerin bir müddet sonra elinden gideceğini düşünür, bu sebeble de aldığı lezzet yarıya iner, hattâ bazan lezzet alamadığı gibi, büyük bir ıztırabın içine bile düşer.

Halbuki hayvanların elem ve lezzetleri anlıktır. Akılları olmadığı için geçmiş ve gelecek zamanları düşünemez ve arada irtibat kuramazlar. Bu sebeble hissettikleri lezzet ve elemler, sadece bulundukları âna mahsustur. Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, bıçak boğazına sürüleceği zamana kadar hiçbir şey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği zaman bir anlık hisseder. Fakat kesim bitince o his de gider, o elemden de kurtulur. (Bunun içindir ki, İslâm’da kesimin güzel yapılması ve bütün boyun damarlarının bir anda kesilmesi emredilmiştir. Böylece beyinle irtibat kuran sinirler kesilmiş, hayvan da acı duymaktan kurtulmuş olur.)

Hem hayvanlar lezzet aldıklarında tam alırlar. Geçmiş ve gelecekten gelen korku ve endişeler onların o anki zevklerini bozmadığı için, onlar dünyevi zevk cihetiyle insandan çok daha fazla zevkler alır ve lezzet duyarlar. İnsan dünyadan zevk almada onlara yetişemez. Muvakkaten zevk alıyorum zannetse de, ardından gelen endişeler ve korkular, o lezzeti ve zevki zehire çevirir. Bu da, insanın sadece dünya lezzetlerini tatmak için yaratılmadığını; kendisinden daha başka ve çok mühim vazifeler beklendiğini göstermektedir. (Sözler, İnsanı hayvanlardan ayıran diğer bazı hususiyetler için bk: Mesnevi-i Nuriye, ; Sözler, )

İnsandaki temel kuvve ve duygular:

İnsanoğlu, hayatını devam ettirebilmesi için Cenâb-ı Hak tarafından 3 temel duygu ve kuvve ile mücehhez kılınmıştır. Bu temel duygular şunlardır:

a) Kendine menfaati ve faydası dokunan şeyleri celbetmek için kuvve-i şeheviyye (şehvet duygusu).

b) Zararlı ve faydasız olan şeyleri defetmek için kuvve-i gadabiyye (gazab duygusu).

c)
İyi ile kötüyü, zararlı ile faydalıyı birbirinden ayırtedebilmek için kuvve-i akliye (akıl).

Bu kuvvelere dinler vasıtasıyla belli bir hudud çizilmekle beraber, yaratılıştan bir sınır konulmadığı için, herbirisi ifrat (çok aşırı), tefrit (çok geri) ve vasat (normal) olmak üzere üç mertebeye aynlırlar. Şimdi her duygunun bu üç mertebesini görelim:

Şehvet duygusu’nun tefrit mertebesi, HUMUD’dur. Yani ne helâl, ne de haram hiçbir şeye karşı şehveti ve isteği olmamaktır, İfrat mertebesi FÜCUR’dur ki, namus ve ırzları payimal etmek, helâl-haram tanımadan her şeye karşı şehvetli ve arzulu olmak demektir. Bu duygunun normal mertebesi ise İFFET’tir. Yani helâl’e karşı şehvet duymak, harama karşı ise şehvetsiz ve isteksiz olmaktır.

Şehvet duygusu, sadece cinsî temayülle ilgili bir duygu değildir. Yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi ayrıntıları da vardır ve bunların her birinde de bu üç mertebe söz konusu olur.

Gazap duygusu’nun tefrit derecesi, CEBANET, yani korkaklık halidir. Korkulmayacak şeylerden bile korkmak ve çekinmektir. İfrat derecesi ise, TEHEVVÜR’dür ki, ne maddi, ne de manevî hiçbir şeyden korkmaz. Hiçbir kayıt tanımaz, Bütün zulümler, anarşiler, istibdatlar, ihtilâller bu mertebenin mahsûlüdür. Bu duygunun normali ise, ŞECAATtır. Yani dinî ve dünyevî hukuku için canını feda eder, meşru olmayan şeylere ise karışmaz.

Aklın ise, tefrit hali GABAVET’tir. Yani hiçbir şeyden haberdar olmama, en basit şeyleri bile anlayamama halidir, ifratı ise, CERBEZE olup, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterecek derecede aldatıcı bir zekâya sahip olmaktır. Normal derecesi de HİKMET’tir. Yani hakkı hak olarak görmek ve ona uymaya çalışmak; bâtılı da bâtıl olarak bilmek, ondan kaçmaya çabalamaktır.

Bu üç duygunun normal dereceleri olan İffet, Şecaat ve Hikmet; dinlerin bu sınırsız duygulara çizdiği sınır ve üzerinde olunmasını emrettiği istikamet hâlidir

İffet, şecaat ve hikmet sahibi bir kimseye, ifrat ve tefritten uzak, itidal üzere olması sebebiyle adalet sahibi (âdil); ve Allah'ın emrettiği istikamet çizgisi üzerinde bulunması nedeniyle de "Sırat-ı Müstakim ehli" denir. (bk. İşaratü'l - İ'caz, ).

25 İnsanların hatalarını yüzüne söylemek veya arkasından konuşmak günah mıdır? Kınama ile ilgili hadis var mıdır?

İnsanları rencide edecek şekilde ve topluluk içerisinde hatalarını yüzüne vurmak ve bundan dolayı onu kınamak caiz değildir. Bu gibi meseleleri onun arkasından konuşmak ise gıybete gireceği için daha büyük br günahtır.

"Kınamayınız, kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz." sözü, kaynaklarımızda hadis olarak geçmektedir. (Tirmizi, Kıyamet, 53, no: ; Beyhaki, Şuabu'l-İman, 5/, no: ; bk. Keşfu'l-Hafa, 2/)

26 Henüz evlenme imkanına sahip olamayan bir genç, bu zamanda zinadan nasıl korunur? Nefisle cihad nasıl olmalı ve cinsel baskıdan kurtulma çaresi nedir?

Oruç tutmak nefsi köreltmek için bir yoldur. Şayet buna imkan yok ise, insan nefsiyle başbaşa kalmamaya çalışmalı, dini eserleri bolca okumalı, dini sohbetlere daha sık katılmalı ve tebliğ faaliyetlerini arttırmalıdır.

Nefsi hesaba çekme, ölümü, ahireti düşünme, tefekkür etme insanı uyanık tutmada ve nefisle mücadelede önemli hususlardır. Dünya imtihan meydanıdır, her zaman mücadele devam edecektir. Mücadele sonucunda verilecek mükafatı düşünmek ve günahlara karşı sabretmek gerekir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Nefisle cihad nasıl olmalı ve cinsel baskıdan kurtulma çaresi nedir?

27 Psikolojik çöküntü içindeyim, ne yapmalıyım?

- Allah’ın azabından emin olmak ne kadar büyük bir günah ise, Allah’ın rahmetinden ümit kesmek de o kadar büyük bir günahtır.

- Bir kaide var  “Eğer Allah vermek istemeseydi, istemeyi vermezdi.” diye. Örneğin, rızk vermek istemeseydi, açlığı, susuzluğu vermezdi. Yemek, içmek arzusunu vermezdi. İnsanların evliliğini istemeseydi, evlilik arzusunu vermezdi. Bunlar çok açık gerçeklerdir.

Aynen bunun gibi denilebilir ki, “Eğer Allah af etmek istemeseydi, tövbe kapısını açmazdı.”

Madem insanlar için, sonsuz rahmetinin sarayına çıkacak olan tövbe kapısını ardına kadar açık tutmuş ve insanlara o kapıdan girmelerini emretmiş, elbette onları gerçekten affetmek istiyor, bağışlamak istiyor, günahlarını örtmek istiyor, rahmetiyle kucaklamak istiyor. Allah kimseyle -haşa- oyun oynamaz, kimseyi aldatmaz Eğer tövbe gibi bir açık kapı bırakmışsa, bunu mutlaka kullarının iyiliğine yapmıştır. Allah’a güvenmek, ona itimat etmek imanın gereğidir.

- Peygamberlerden başka hiç kimse günahsız, masum değildir. Yeter ki, samimi olarak tövbe edip doğru yolda yürümeye çalışalım. Kazaya kalmış namaz ve oruçlarımızı kaza edelim.

“Allah tövbe edenleri ve -maddi, manevi kirlerden- arınıp temizlenenleri sever.” (Bakara, 2/)

mealindeki ayette ifade edildiği üzere, Allah tövbe edenleri sadece affetmekle kalmaz, onları ciddi olarak sever. Çünkü, Allah’a isyanı ifade eden günahlar Allah’ın gazabını çektiği gibi, ona isyandan vazgeçip tövbe kapısından girerek rahmetiyle kucaklaşmak isteyenlerin bu davranışları da onun sonsuz rahmetini, şefkatini ve muhabbetini çeker.

Demek ki, tövbe manevî bir mıknatıs gibi Allah’ın merhametini ve muhabbetini çeker..

- Sonuç itibariyle bir mümin olarak Allah’ın şu ümit bahşeden müjdesine güvenmek gerekir:

“De ki: Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz o, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” (Zümer, 39/53).

İlave bilgiler için tıklayınızı:

- Havf ve reca (korku ve ümit) arasında olmak, ne demektir? 

- Günaha Karşı Tövbe

- Bir Günaha Birçok Sevapla Karşı Koyma Çaresi

- Günah işleyenleri veya gayri müslimleri küçümsemek caiz mi?

- Kaza namazları nasıl kılınır?

28 Niye doğuştan sünnetli doğmuyoruz da sonradan sünnet oluyoruz?

- Allah’ın yaratması, sebepler altında cereyan eder. Bu husus, Hakim isminin bir tecellisidir. İnsanın vücudu bu hikmet çerçevesinde yaratılırken, hem bedenin canlılık konumuna uygun, hem de belli bazı görevlerinden ötürü göbek kordonu gibi, hitan / sünnet yerindeki deri de bu ontolojik prensip doğrultusunda yerini almıştır. Bir yandan bedenin canlılık kanununa ayak uydurarak uzanan, diğer taraftan fıtratın bir gereği olarak var olan bu uzantıların kesilmesi, insanın -Allah’ın bir nimeti ve bir emanet olan- kendi bedenin bakımını üstlenmesi bakımından önem arz etmektedir. Bu sebeple, tırnak, saç, bıyık kesmek, etek, koltuk tıraşı olmak da  peygamberlerin bir sünneti olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat, hitan/sünnet olmak, zor bir iş olduğundan, İlahî hikmet tarafından tırnak gibi her zaman uzanmasına izin verilmemiştir.

- Ayrıca, manevî bir perspektiften bakarak konuyu şöyle izah etmek de mümkündür: Yüce Allah, kadınlarda bekaret perdesini yaratarak, -manen- kadınlara gayr-ı meşru bir ilişkinin fıtrata aykırı olduğunu, kaçak yollardan bu perdenin yırtılmasının büyük bir suç olduğunu ders verdiği gibi, erkek için söz konusu olan deri de, gayr-ı meşru yollara baş vurulmaması için bir hatırlatma levhası, ontolojik bir uyarı simgesi olarak düşünülebilir. Gerek kadında gerek erkekte olsun, bu fıtrî perdenin sonradan ortadan kaldırılması, bu manayı unutturmaz, bilakis her zaman hatırlatmak sinyali gibi bir görev de yapabilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Sünnet olmak (hitan) hakkında bilgi verir misiniz?

29 Rüya ve anlatılmasıyla ilgili hadis hakkında.

- Hadis kaynaklarımızda geçmektedir. (bk. Ahmed b. Hanbel, 4/1,11; Ebu Davud, Edeb, 96; Tirmizî, Rüya, 6; İbn Mace, Rüya, 6; Darimî, Rüya, 11)

“Rüya, anlatılmadığı müddetçe bir kuşun ayağında takılı vaziyette durur. Anlatılacak olursa hemen düşer." ifadesi, bir mecaz ifadeye benziyor: “İnsanın gördüğü bir rüya tabir edilmeden bir yere karar kılmaz.” anlamına gelir. (Hattabî, Maalimu’s-sünen, İbn Mace hadisinin şerhi).

- Bir kuşun ayağına talkı olan bir şey sallandığı zaman süratle düştüğü gibi, rüya da havada muallakta duruyor, tabir edildiği zaman hızla gerçekleşiyor. (Tuhfetu’l-Ahvazî, ilgili hadisin şerhi).

- Bu hadiste asıl anlatılmak istenen şey -Allahu a’lam-, rüyayı, tabirinden anlayan ve de hasetçi olmayan kimseye tabir ettirmenin önemine işaret etmektedir. Nitekim önemli rivayetlerin sonunda yer alan, “Akıllı veya sevgili / sizi seven kimselerden başkasına rüyanızı tabir ettirmeyiniz.” mealindeki ifade bu husussa işaret etmektedir. Rüyalar, kaderin varlığının birer göstergesidir. Rüyaların tabiri kaderi değiştiremez, fakat mukadder olan şeylerin varlığına, vukuuna bir işaret olur. “Bazen insan bilmeden de olsa bir gerçeği seslendirebilir.” Buna eskimez ifadeyle “intakı bil hak” denir. İşte hadiste, tabircilerin “intakı bil hak” nevinden ileride vukua gelecek bazı şeyleri kötü olarak tabir etmesinler ki, rüya sahibini üzmesinler. Olan ne ise zaten olacaktır.

- Bir rü'ya birden fazla yorumlanabildiği takdirde, bu işten anlayan bir kimse onu nasıl yorumlarsa o şekilde gerçekleşir ve artık diğer ihtimallere göre vuku bulması beklenemez. Bu itibarla bir kimse gördüğü rüyayı râstgele kişilere veya kendisini sevmeyenlere anlatmamalıdır. Sevenlerinden birisine veya ilim ve dirayetine güvendiği, ehil ve liyakatli bir zata yorumlatmalıdır ki, iyi biçimde bir yorum alabilsin. Hadisde geçen: "Vâddin" seven demektir, "zîre'y" sözcüğü ise akıllı veya alim manasına yorumlanmıştır.

Bu konuda daha geniş bilgi almak için tıklayınız: 

RÜYA.

Rüya Nedir; Rüya ile Amel Edilir mi?

30 Ben yaşamak istemiyorum, Allah neden beni yaşamaya mecbur kılıp sonra intiharı yasaklıyor?

Şunu kabul etmek zorundayız ki, hayattan bıkmak anormaldir. İnsanların büyük çoğunluğunun dört elle dünya hayatına sarılmaları bunun en açık delilidir.

Öyleyse, sizin dünya hayatından rahatsız olmanız ve intihar etme arzunuz, normal bir psikolojiyle izah edilemez. Siz kabul etmeseniz de sizin ciddi bir psikiyatri uzmanına görünmeniz ve tedavi görmeniz şarttır.

Karıncayı emirsiz, arıyı ya'subsuz bırakmayan Allah’ın, insan gibi yeryüzü halifelik payesine yükselttiği bir varlığı başıboş bırakmasını istiyorsunuz. Bu olacak iş mi?

“Allah beni yaratırken bana sormadı.” diyorsunuz. Bunun bir mantığı var mı? Allah sizi yaratmadan önce siz var mıydınız ki, size sorsun. Yok olana bir şey denilemez ki ona sorulsun.

Şunu unutmamalıyız ki, Allah bizi yaratırken de, bizi öldürürken de bizden sormaz. Böyle bir şeyi tasavvur etmek bile aciz, perişan, her yönden Allah’a muhtaç bir varlık olan insanların cibilliyetine, fıtratına, şeref ve haysiyetine aykırıdır.

Bir çobanın hikmette İbn Sina’yı, siyasette bir cumhurbaşkanını, askeri strateji konusunda bir generali o konularda eleştirmesi; bir farenin bir insanla boy ölçmesi, çok cahil bir kimsenin felsefede Sokrat’ı sorguya çekmesi, ne kadar çirkin ve ne kadar abesle iştigal olduğunu zerre kadar aklı olan kabul eder.

Kâinatın yaratıcısı, sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi olan Allah’ın güneş gibi parlayan sonsuz hikmetini, küçücük akıl feneriyle tartmak ve de itiraz etmek akla ziyan bir kurgudur.

Şunu da unutmayalım ki, gücümüzün yetmediği eli öpmek, ona boyun eğmek en akıllıca bir seçenektir. Öyleyse, Allah’ın rahmetinin elini öpelim, hikmetinin elini öpelim ki onu kendimizden hoşnut yapalım.

Şunu iyice bilelim ki, bizim sivrisinek kanadı kadar bile etkisi olmayan itirazlarımızın hatırı için, Allah, maddi ve manevi, dini ve ilmi mevcut nizamını değiştirmez.

Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi,

“Kadere itiraz eden başını örse vuru kırar. Rahmete itiraz eden rahmetten mahrum kalır.”

“Cennet adam istedi gibi, cehennem de adam ister.”

O halde gemisini kurtaran kaptandır. Biz kendi gemimizi kurtarmaya bakalım. Ölüm, belki yarın belki yarından da yakındır ve her an bizi bu hayatın ağır yükümlülüğünden kurtarabilir. İmanlı olanlar için ölüm bir terhis tezkeresidir, Cennete götüren yolculuk için bir bilettir. Biraz daha sabredelim.. Ömür zaten çok kısadır. İntiharlarla yolunu kesmeye hiç de ihtiyaç yoktur.

Bediüzzaman Hazretlerinin hastalar için söylediği ve hepimiz için geçerli olan aşağıdaki sözleri, dünya imtihanının kolay olmadığını göstermektedir:

“Ey tahammülsüz hasta! İnsan bu dünyaya keyf sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanması şahiddir"

"Demek insan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir."

"Onun eline verilen sermaye de ömürdür. Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve âfiyet gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hatırına getirmek istemiyor, sermaye-i ömrünü bâd-i heva boş yere sarfettiriyor."

"Hastalık ise, birden gözünü açtırır. Vücuduna ve cesedine der ki: 'Lâyemut değilsin, başıboş değilsin bir vazifen var. Gururu bırak, seni yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan.'"

"İşte hastalık bu nokta-i nazardan hiç aldatmaz bir nâsih (nasihat eden) ve ikaz edici bir mürşiddir. Ondan şekva değil, belki bu cihette ona teşekkür etmek; eğer fazla ağır gelse, sabır istemek gerektir.” (Lem'alar, )

Rahmeti sonsuz olan Rabbimizin, bizi bize bırakmamasını, rahmetiyle bizi iyiye, doğruya yönlendirmesini, cennete giden yola yöneltmesini, nefis ve şeytanın şerrinden bizi korumasını, madd-imanevi hastalıklarımıza şifa bahşetmesini diliyoruz. Âmin!

İlave bilgi için tıklayınız:

- İnsana, yaratılmayı ve imtihan olmayı isteyip istemediği sorulur mu?

- Yaratılışımız bizim tercihimiz olmamasına rağmen imtihan olmamızın

- Başımıza gelen hastalık ve musibetlere sabretmek için neler tavsiye

- Ölmeyi istemek ve intihar etmenin günahı nedir?

31 Nişanlanacağım kişiyi daha iyi tanımam için görüşmem caiz midir?

Nişan, bir evlilik akdi değil, bir evlilik sözü vermekten ibarettir. Bu yüzden nişanlı erkekle kadın birbirine yabancı sayılır ve yanlarında mahremlerinin bulunması gerekir. Yanlarında üçüncü bir kişi olmadan baş başa kalmamaları gerekir. Bu konuda Resulullah (sav) şöyle buyurmaktadır:

"Sizden kim Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla baş başa kalmasın. Çünkü bunu yaparsa üçüncüleri şeytan olur.” (1)

Nişanlıların evlilik öncesi yanlarında anne, baba, kardeş veya amca, hala gibi bir yakınları olmaksızın gezmeleri caiz değildir. İslami olmayan bu tür beraberlikler fayda sağlamaz. Aksine zararlara sebep olur.

Ev içinde evlilikleri hakkında görüşecekleri zaman da yanlarında yine birisinin bulunması gerekir. Ayrıca kadının tesettürüne dikkat etmesi gerekir.

Nişanlıların telefonda konuşmalarında bazı yönlerden dikkat etmeyi gerektirir. Örneğin aşk, sevgi, gıybet, yalan ve şehevi hisleri uyandıran şeylerden olursa bu kesinlikle doğru değildir. Fakat dini konularda Allah'ı, ölümü, ahireti ve dini duygu ve düşünceleri hatırlatan konuşmalar olursa elbette bunlar yasak denilmez. Ölçünüz bu olmalıdır. Bu ölçülerle hareket ettiğiniz zaman günaha girmeyeceğinizi ve kendinizi koruyacağınızı söyleyebiliriz.

Ayrıca yaptığınız işi bir de vicdanınıza sormanızı tavsiye ederiz. Vicdanınız rahat değilse o işten vazgeçiniz.

Sünnette bu hususta iki yol görüyoruz. Birisi, kişinin güvendiği bir kadını evlenmek istediği bir kıza bakması için göndermesidir. Enes bin Mâlik'in bu konuda şöyle bir rivayeti vardır:

"Resulullah (a.s.m.) Ümmü Süleym'i bakması için bir kadına göndermiş, 'ayak üstlerine bak, ağzını kokla' buyurmuşlardır." (2)

Bu isteklerden gaye, bacaklarının düzgün olup olmaması, diğeri de ağız kokusunun olup olmadığıdır.

Bu mesele iki taraflıdır, yani aynı husus kadın için söz konusudur. Evlenecek kız da, evlenme niyetinde olduğu erkeğe birisini göndererek, aradığı özellikler neyse onu öğrenebilir.

Evlenecek tarafların birbirini araştırmasının sünnetteki diğer bir şekli de doğrudan birbirlerini görmeleridir. Bunda erkek evleneceği kızın yüz ve beden güzelliğini öğrenir. Burada ancak yüzüne, ellerine ve boyuna bakabilir. Yüz güzelliğe, eller zerafete ve hayra delalet eder. Boy da uzunluk ve kısalığı hakkında kanaat verir.

Bu meselede Peygamberimizin (asm) bizzat verdiği ruhsat vardır. Ebû Humeyd'in rivayetine göre Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuşlardır:

"Sizden biriniz bir kadınla evlenmek istediğinde ona bakmasında bir sakınca yoktur. Ancak evlenme niyetiyle bakması caizdir. Bunu baktığı kadın bilmese de hüküm değişmez." (3)

Hattâ bu hususu Sevgili Peygamberimizin (a.s.m.) teşvik ettiğini de görüyoruz. Şöyle ki:

Muğîre bin Şûbe bir kadınla evlenmek istiyordu. Peygamberimiz (a.s.m.), ona, "Git, onu gör. Zira görmek, aranızda âhenk olması bakımından daha iyidir." (4)

Bir başka hadis-i şerifte de Peygamberimizin (asm) nasıl yol gösterdiğini öğreniyoruz:

"Sizden biriniz bir kadınla evlenmek istediği zaman onunla evlenmesini teşvik edici özelliklerine bakabilirse baksın." (5)

Bu hadis-i şerifler bakmanın lüzumunu, faydasını ve hikmetlerini anlatıyor. Bakma ve görüşme esnasında bazı sınırlamalar da vardır. Birincisi görüşme yeri ile alakalıdır. Bu meseleye şu hadis-i şerif ışık tutuyor:

"Sizden kim Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla başbaşa kalmasın. Zira bunu yaparsa üçüncüleri şeytan olacaktır." (6)

Bunun için evlenmek düşüncesiyle görüşecek olan tarafların yanında mutlaka üçüncü bir şahıs hazır olmalıdır. Aksi halde "halvet" olarak tabir edilen "başbaşa yalnız kalma" söz konusu olur ki, bu caiz değildir. Bu görüşmenin içine konuşma, sohbet etme, tarafların birbirlerinden talep ve isteklerini dile getirmeleri de mümkündür. Çünkü gerek konuşmadaki tutukluk veya kekemelik, gerekse ses tonu; tarafların düşünce ve kültür seviyeleri daha çok konuşunca açığa çıkar.

Bu görüşme ve konuşmalardan bir müddet sonra tarafların birbirleri hakkındaki kanaat ve intibaları belli olur. Çok geçmeden kararlarını bildirirler. Dinî müsaade bir defalık görüşme için vardır. Üç-beş defa görüşme hem ciddiyetten uzaktır, hem de kurulacak ailenin sağlığı açısından bir faydası yoktur.

Bu meseleye Şâfiî mezhebinin bakışı aile müessesesinin vakar ve ciddiyetini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Evlenmek isteyen kişinin, talip olmadan önce kıza bakması gerekir. Bundan kızın ve ailesinin haberinin olmaması lâzımdır. Bu şekilde davranmak kızın ve ailesinin şerefi açısından daha münasiptir. Eğer kızı beğenirse talip olur, böylece kız da, ailesi de incinmemiş olur. Makul ve tecrübeye şayan olan görüş de budur. Kızın izni olsun olmasın, bakmanın caiz olduğunu gösteren hadis-i şerifler de bu görüşü teyid etmektedir. (7)

Nikâha kadar bundan sonraki görüşmelerde, herhangi yabancı bir kadına bakmada olduğu gibi, şehevî bir duygu taşımamak kaydıyla bakmakta bir mahzurun olmadığı açıktır.

Geniş bilgi için tıklayınız:

Evlenmeyi Düşünenlere

Kaynaklar:

1. Buhârî, Nikâh, , ; Müslim, Hacc,
2. Hâkim, el-Müstedrek, 2/
3. Neylü'l-Evtâr, 6/
4. Neseî, Nikâh:
5. Hâkim, el-Müstedrek, 2/
6. Buharî, Nikâh:
7. İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, 9/

32 "İyilik ve takvada yardımlaşmak" tam anlamıyla nasıl olmalıdır?

Bu konuda ayette şöyle ifade buyurulur:

"İyilik ve takva hususunda yardımlasın, günah ve düşmanlık yolunda yardımlaşmayın. Allah'tan korkun, çünkü Allah'ın cezası çetindir." (Mâide, 5/2)

Ayette geçen “birr” kelimesi "İyilik, erdemlilik, ihsan etmek, itaat etmek ve doğruluk" gibi anlamlara gelir. (bk. Bakara 2/, )

Sözlükte "günah, günaha verilen ceza, şarap, kumar" anlamlarına gelen “ism” kelimesi terim olarak, "işleyene ceza gerektiren, insanı hayır ve sevaptan alıkoyan fiil veya bundan doğan sorumluluk" şeklinde tanımlanır. Kur'an'da kırk bir defa geçen “ism” kelimesi, genel anlamından başka küfür ve inkârı, düşmanlığı; yalan, içki, kumar, faiz gibi günahları nitelemek için de kullanılmıştır.

Maide suresinin ilk âyetinde akitlerin yerine getirilmesi emredildikten sonra, İslâm'ın en temel ahlâk ve hukuk ilkelerinden birini ortaya koyan bu 2. âyette dinin kutsal değerlerinin çiğnenmesi yasaklanmış, ardından intikam duygularının insan haklarına tecavüze sebep olmaması gerektiği bildirilmiş; Müslümanların iyilik ve takva hususunda birbirlerine yardım etmeleri; günah işlemek, intikam almak, düşmanlık gütmek, insan haklanın çiğnemek gibi amaçlara yönelik faaliyetlerinde birbirlerine yardım etmemeleri ve Allah'a karşı saygılı olmaları buyurulmuş; aksi takdirde uğrayacakları azabın şiddetli olacağı haber verilmiştir.

Şüphesiz yardımlaşma ve dayanışma sosyal hayatın bir gereğidir. Ancak bu yardımlaşma hukuk ve ahlâk kurallarına, insanlığın İslâmiyetçe de benimsenen ortak değerlerine aykırı olmamalıdır. Hukuk ve ahlâk ilkeleri gözetilmeden yapılan yardımlaşmanın İslâm nazarında hiçbir değeri yoktur; aksine İslâm haksızlığa yardımı zulüm sayar ve engellenmesini emreder. Hz. Peygamber (asm), "Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!" buyurunca, "Ey Allah'ın Resulü! Kardeşim mazlum ise yardım ederim, zalim ise nasıl yardım edeyim?" diye sorulmuş, Resûlullah da "Onu zulmetmekten engellersin, senin ona yardımın budur." (Buhârî, Mezalim, 4; İkrah, 7) cevabını vermiştir.

"Birr" kelimesi, her türlü iyiliği, hayrı, hayırda kemâli ifade eder. Birr'in zıddı itaatsizlik, hayrın zıddı ise şerdir. Birr tabiri, Allah için kullanılırsa, kullarına verdiği sevap, kul için kullanılınca Allah'a itaat anlamına gelir. Birr, itikâdî veya amelî hükümlerle ilgili olabilir:

"Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir" (Bakara 2/)

ayetinde, birr'in itikadî esaslarla ve amelî hususlarla ilgili oluşunu açıkça görürüz. İman, dinin başlangıcı, birr ise dinin gayesidir. Dinin, insanları ulaştırmak istediği hedef, Tevhid inancı ve hayır olarak özetlenebilir.

Takva, Allah'ın himayesine girmek, emrini tutup azabından kurtulmaktır. Takvâ, mâna ve mahiyeti oldukça geniş terimlerden biridir. Dinde iki anlamda kullanılır: Geniş anlamda, âhirette zarar verecek olan her şeyden sakınıp korunmaktır. Dar anlamda ise, nefsi, cezayı hak edecek her türlü günahtan korumaktır. Takvânın çeşitli dereceleri vardır:

Takvânın en üstünü, her ne şekilde olursa olsun Allah'a itaat edip hiç isyan etmemek, daima zikredip onu hiç unutmamak ve her zaman şükredip hiç küfrân-ı nimette bulunmamaktır.

Takvânın, kebâir denilen büyük günahları ve sagâir adı verilen küçük günahları işlememek, bunun yanısıra mekruhlardan sakınmak, ayrıca mübah olan şeyleri, aşırılığa kaçmadan yeterince yapmak gibi mertebeleri vardır.

Mü'minler, ana hatlarıyla tanıtmaya çalıştığımız birr ve takvâda birbirleriyle yardımlaşacaklar, âyetin devamında da açıkça belirtildiği gibi, günah ve düşmanlıkta, haddi aşmakta yardımlaşmayacaklardır. Bu da onların ferasetlerinin, akıllarının, vicdanlarının ve merhametlerinin bir sonucudur. Kendilerinden bu yönde bir yardım talep edildiğinde, karşılarındaki kişinin, ahirette kesin olarak bu tavırdan razı olacağını ve en güzel merhamet şeklinin günah işlemesine izin verilmemesi olduğunu anlayacağını bilirler. Aslında bu  onların merhamet anlayışının bir sonucudur. Kendilerinden günah yönünde bir yardım talep edildiğinde, "hatır kırmamak için" ya da "yardım etmezsem ayıp olur" gibi bir mantıkla hareket etmezler. Çünkü karşılarındaki kişinin, o an için yadırgasa bile, ahirette kesin olarak bu tavırdan razı olacağını ve en güzel merhamet şeklinin günah işlemesine izin verilmemesi olduğunu anlayacağının farkındadırlar.

Hayat bir mücadele değil, yardımlaşmadan ibarettir.

Toprak bitkilerin, bitkiler hayvanların, hayvanlar insanların, yağmur yüklü bulutlar toprağın imdadına koşar. Vücudumuza aldığımız besinler de hücrelerimizin yardımına koşmaz mı? İşte insan kainatın küçük bir modeli olarak kainatta cari olan bu harika düzene ayak uydurmakla mükelleftir. Onun için, "iyilik ve takvada yardımlaşma" emredilirken, "günah ve düşmanlık yolunda yardımlaşma" yasaklanır. Demek insan iyilik ve takvada yardımlaşarak, kötülük ve düşmanlıkta destek vermekten uzak kalarak kainattaki bu işler düzeni ayakta tutacak, bozmayacak. Diğer bütün emir ve tavsiyeler de bu düzeni sarsmamak içindir. Allah'a isyan etmekten kaçınmamızı emreden Allah Resulü de (a.s.m) bu yolla asıl yurdumuz olan ahiret için azık hazırlayacağımızı bildiriyor. Müslümanın Müslümana en güzel, en hayırlı öğüdü, ahirete hazırlanmak için birbirini teşvik etmeleri, Allah'a isyan etmekten sakındırmalarıdır.

Bu ve benzeri gayretler, en dar daireden şartlar gereği en geniş daireye kadar uzayıp gider. Kişi kendinden başlayarak aile fertlerine, komşularına, memleketine hatta dünya ve kainata kadar üzerine düşenleri bir bir yapmaya çalışır. Örneğin, iyi bir insan olma da, dini görevlerinin yapılmasında birbirlerine yardımcı olan karı-koca ne mutlu eşlerdir. Aksine manevi hayatlarının mahvında destek olan karı-kocaya da ne kadar yazık. Anne-baba evlatlarını manevi hayatlarının imarında gayret içinde iseler ne mutlu o anne-babaya! Bir Müslüman arkadaş, konu komşu ve sair insanların manevi hayatlarının kurtulması, kuvvetlenmesi için yardımcı oluyor, teşvikte bulunuyorsa ne mutlu ona.

Her iyiliğin bir sadaka olduğu düşünülürse, manevi hayata yapılan hizmet ve yardımların önemi ve büyüklüğü daha da iyi anlaşılacaktır. Nitekim Allah Resulü (a.s.m) bir defasında bir kimsenin imanının kurtulmasına vesile olmanın sahralar dolusu kırmızı koyunları sadaka olarak vermekten, başka bir hadis-i şeriflerinde de, "dünya ve dünya içindeki her şey"den daha hayırlı olduğunu bildirmişlerdir. "İnsanların en iyisi, insanlara en çok faydası dokunan" değil midir?

Müslümanlar arasında bulunması gereken özelliklerden bazıları da Asr Suresi'nde bildirilir:

"Zamana andolsun ki, insan hiç şüphesiz hüsran içindedir. Ancak, inanıp yararlı iş işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır." (Asr, /)

İnsanın sermayesi ömrüdür. Ömür ise her gün, her saat, her an ve her nefes tükenip gitmektedir. Bu giden ömür, insanın kendi mülkü de değildir. Allah'ın mülkü olup onun adına güzel kullanarak, kârından faydalanması için insana sayılı ve hesaplı olarak verilmiş ödünç bir sermaye gibidir. İnsanın gerçek saadeti, âhireti sevmekte, dünya lezzetlerine, elem ve kederlerine değer vermemek ve bunlara bağlanıp kalmamaktadır. Fakat insanların çoğu yaratılışı gereği, dünya ile meşgul ve onu istemeye aşırı derecede düşkündür. Bundan dolayı da hüsrandadırlar.

Ancak şu vasıfları taşıyanlar hüsranda değil, kârdadırlar:

* İman edenler: Bunlar, Allah'a hakkıyla inanıp, indirdiğini tasdik eden, ona ihlâs ile ibadet ve taate söz verenlerdir.

* Sâlih ameller işleyenler: İmanları sadece gönüllerinde ve dillerinde kalmayıp bütün hislerine, akıllarına ve varlıklarına işleyerek iradelerine sahip olan, yaptıkları işleri iman ve itikadlarına, Allah'ın rızasına ve indirdiği ahkâma uygun şekilde yapanlardır.

* Birbirlerine hakkı tavsiye edenler: Bütün kararlılıkları ve gayretleri hakka yönelik, imanları, amelleri, sözleri hep haktan yana olanlardır. Onun için bunlar insanlara riyâkârlık, münafıklık yapmazlar. Başkalarına zarar vermez, insanlarla ilişkilerini kesmezler. Başkalarına yaltaklanmaz, dalkavukluk etmezler. Hep hakka dâvet eder, iyiliği emir, kötülükten nehiy vazifesini yerine getirirler. İnsanları hayra çağırır ve dinin nasihat olduğu gerçeğini bir an bile unutmazlar.

* Birbirlerine sabrı tavsiye edenler: İman edip gereğini yerine getirmek, sâlih ameller işlemek, hakkı tavsiye görevini yapmak hiç de kolay değildir. Bunun için zamanın belalarına, nefislerin yönelişlerine, hayır yapmak, hak yolda gitmek için karşılaşılacak eziyetlere, zorluklara katlanmak gerekecektir. Bunlar ancak sabırla mümkündür. Sabır, nefsin iyi bir iş yapmak veya fenalıklardan kaçınmak için acıya, güçlüklere göğüs gerebilme kuvvetidir. Sabır, ya elem ve kederlere, acı ve üzüntülere karşı gösterilen tahammül cinsinden olur veya dünyalık lezzetlere ve şehvetlere karşı direnme cinsinden olur. Bütün bunlar birer iyilik ve hayırdır.

İlave bilgiler için tıklayınız:

"Bakara Suresi ayette geçen Birr = örnek / erdemli" davranışlar nelerdir?

Takva nedir, müttaki kime denir?

Asr Suresi'nde geçen  "insan" kimdir, "zarar"dan maksat nedir?

33 Bilinçaltını İslamî bakışla nasıl yorumluyoruz?

Bilinçaltı, bir kap olarak düşünülebilir. Bu kaba eskiden beri ekşi ayran koyduğumuz olmuştur. Şimdi onların yerine taze, güzel ayranı doldurmak istiyorsak, önce onu boşaltmamız gerekir. Boşaltma işlemi iki şekilde olabilir.

Birincisi: Oraya güzel ayranı koya koya kap taşmaya başlar ve eski ekşimiş ayran kabın kenarında yavaşa yavaş akar ve nihayet yok olup gider; onun yerine sonradan koyduğumuz güzel, taze ayran gelir, yerleşir.

İkincisi:Kabı olduğu gibi boşaltıp yerine temiz, taze ayran doldurmaktır.

Bunlardan ilki tedriç ve tekâmül metoduna daha uygundur. Diğerinde ise, ayran çok kuvvetli bir irade, bir azimle veya dışarıdan yapılan bir müdahale sonucu şiddetle sarsılarak -bir anda- boşalmak zorunda kalır.

Bunun gibi, hayat boyu, çirkin hayaller, kirli tasavvurlar, lüzumsuz malumatlar ve yanlış bilgilerle doldurduğumuz şuuraltı hafıza kabını da iki şekilde revizyona tâbi tutmak mümkündür.

Birincisi:Şimdiden başlayıp şuur altımızı -İslam’ın evrensel ahlakî prensiplerinin ön gördüğü- güzel hayaller, temiz tasavvurlar, lüzumlu malumat ve doğru bilgilerle doldurmaya çalışmak. Bu sayede o köhne, ekşi ve çirkin şeylerin kafadan yavaş yavaş boşalmasını sağlamaktır ki, en uygun ve tedriç kanununa en uyumlu metot budur.

İkincisi:Şok tedavî sayılabilecek bir reaksiyonla bunları boşaltmaktır. Bu da eski malumatı silecek çapta bir musibet, bünyeyi sarsacak bir hastalık veya bir nasihat yahut da -Allah’ın bir lütfu olarak- söz konusu o kirli tasavvur ve malumatın çirkinliğini, gündüz gibi ortaya koyacak bir yeni perspektif kazanmakla olur.

Şuur altı mekanizmayı, bilgisayarın hart diskine de benzetebiliriz. Virüse bulaşmış dosyaları temizlemek için ya anti virüs bir programla temizlersiniz, yahut hart diski tamamen silecek ve temiz dosyalardaki bilgileri yeniden yükleyeceksiniz. Şuuraltı hart diski bir anda tamamen silmek -yukarıda verdiğimiz misallerde görüldüğü üzere- oldukça zor bir metottur. Bu sebeple, işi zamana yayarak bir yandan eski virüslü malumatın musluğunu kapatmak, diğer yandan temiz dosyalarlar hart diski doldurmaya çalışmak gerekir.

Yani, bundan böyle -bir yandan- şuuraltı hart diskimizi, çirkin hayaller, kirli tasavvurlar, lüzumsuz malumatlar  ve yanlış bilgilerin girmesine karşı kapalı tutmaya çalışacağız. Bir yandan da güzel hayaller, temiz tasavvurlar, lüzumlu malumat ve doğru bilgilerin akışına imkân tanıyacağız. Bu da sağlam bir itikat ve samimi bir takva ile mümkündür.

Bu konuda deyiş yerinde ise, şuuraltı kirlenmenin antivirüsü, başta marifetullah olarak tahkîkî bir iman ve o imandan doğan  güçlü bir takvadır. Çünkü, Allah’ı yakından tanıyan bir mümin, ona karşı saygısızlık sayılan hiçbir hayalin fikrine müdahale etmesine fırsat vermez. Ona karşı beslediği sevgi, rahmet ve izzetinin incitilmesine müsaade etmez. Her an yanında ilim ve kudretiyle hazır ve nâzır olduğuna inandığı Rabbine karşı lakayt kalarak patavatsız malumatla karşısına çıkmasına imanı izin vermez.

Özetle, Ehl-i sünnet çizgisinde tahkîkî bir iman, tahkimî / sağlam bir takva ve salih bir amel ile şuuraltı ve şuurüstü kirlenmeye karşı manevî operasyon yapabilir ve sahil-i selamete çıkabiliriz İnşallah

34 Tanrı bize acı çektirerek mutlu mu oluyor?

Bu konunun böyle algılanmasında, ontolojik kanunların yanı sıra, sosyolojik, psikolojik yönleri de vardır. Bunu, birkaç madde halinde arz edeceğiz.

Öncelikle şunu ifade edelim ki, bu durum insan için bir kemaldir, terakkidir, güzelliktir, olgunluğa ermedir. Aleyhine değildir, aksine lehinedir. İnsan etrafına insaf ve vicdan penceresinden bir baksa, bu sorunun cevabını bulacaktır.

- Ambardaki çekirdeklerin ağaç olması için toprağa atılması gerekiyor. Görünüşte toprak altı karanlık ve sıkıcıdır. Ancak ağaç olmanın yolu da oradan geçiyor. Binlerce sene ambarda kalsa ağaç olamıyor. Şimdi, bu çekirdeğin, çekirdeklik halinden ağaçlık haline terakki etmesi için toprağa atan sahibine teşekkürden başka diyeceği ne olabilir ki? Neden beni bu sıkıntılı ve karanlık hayata attın demeye hakkı var mıdır?

İşte aynen bunun gibi, Allah, cennet ambarında duran Babamız Âdem Peygamberi (as) ve zürriyetini dünya tarlasına gönderiyor. Ağaç olarak cennete dönmesi için de hastalıklar, sıkıntılar içine koyuyor ve ibadet toprağına gömüyor. Böylece insan ağaç olarak cennete geri dönüyor.

- Bir öğretmenin, öğrencisini meşakkat ve sıkıntı ile çalıştırmasının altında bir şefkat gizlidir. Çünkü o meşakkat ve sıkıntıdan sonra, insanın terakkisi meydana gelir. Demirin çelikleşmesini sağlayan ana sebep, ateşe atılmasıdır. Bahar çiçeklerinin vücuda gelmesi için, kışın şiddeti ve fırtınaların dehşeti gereklidir. Bu esaslı kaide ve kanun bizim için de geçerlidir. Yani bizim sıkılmamız ve meşakkat çekmemiz, bizim terakki dediğimiz çiçeğin açılmasının şartıdır.

- Dünyayı yaratan yüce Allah, sonsuz ilim ve kudretiyle hârika bir düzende yarattığı kâinatı zıtlarla donatmıştır.Çünkü güzelliklerin varlığı ancak çirkinliklerin görülmesiyle anlaşılır. Gecenin karanlığı gündüzün aydınlığını, hastalığın varlığı sağlığın kıymetini, açlığın varlığı nimetlerin değerini, zulmün varlığı adaletin güzelliğini gösteren parametrelerdir.  Bu sistem aynı zamanda, yüzlerce nisbî / izafî / rölatif  hakikatlerin ortaya çıkmasına hizmet etmektedir. Örneğin, ekşinin, tatlının, tuzlunun çok çeşitlilik arz etmesine vesile olduğu gibi, güzelliğin, çirkinliğin, zulmün, adaletin, kahramanlığın, korkaklığın binlerce tonlarda gözükmesine de sebeptir. Maddî varlıkların farklı tonlardaki güzellikleri -bu sistemle- ortaya çıktığı gibi, imtihana tabi tutulmuş insanların başarılarının farklı seviyeleri de belirlenmiş olur. Farklı suçların cezası farklı olduğu gibi, farklı güzelliklerin mükâfatı da farklı olmak durumundadır. Farklı değerlendirmelerin -ince adalet ölçeğine göre- yapılabilmesi için, çirkinlik ve güzellik adına ne varsa, hepsinin tonu, dozajının bilinmesi gerekir.

- İnsanın iki ayrı dünyası vardır. Birisi bütün insanların içinde bulunduğu objektif -bildiğimiz- büyük dünya. Diğeri ise, herkesin kendi psikolojisiyle sınırlı olan subjektif küçük dünya. Birinci -asıl- dünyanın rengi kendi prensipleri içerisinde -değişmeden- yoluna devam ederken, kişinin subjektif dünyası, kendi psikolojik durumuna göre renk değiştirir. Kişi, asıl dünyanın rengini kendi öznel dünyasının penceresinden görmeye çalıştığından yanılgıya düşer. Örneğin, kederinden ağlayan bir kişi, bütün dünyanın matem içinde ağladığını zannederken, neşesinden havaya uçan kimse, bütün dünyayı neşe içinde görür. Halbuki, bu zihinsel, sanal, subjektif, psikolojik alemin kriterleriyle gerçek dünyanın, reel âlemin durumu değerlendirilemez. Siyah bir gözlük her şeyi siyah gösterir, ama bu durum sadece o gözlüğü takan içindir. Yoksa bu durum, her şeyin siyah olduğu anlamına gelmez.

- Allah’ın koyduğu prensipler vardır. Bu prensiplere uymayanlar -dini ne olursa olsun, dindarlığı hangi boyutta bulunursa bulunsun- ayaklar altında ezilmeye mahkumdur. “İnsan için ancak emek ve çalışmasının karşılığı vardır.” (Necm, 53/39) mealindeki ayette vurgulandığı üzere, insandan istenen şey çalışmaktır. Rızkın tabii kapıları ise ziraat/çiftçilik, sanat ve ticarettir. Allah yeryüzünü -herkese yetecek miktarda- türlü nimetlerle doldurmuştur. Zemini buna elverişli yaratmıştır. Fakat bizzat gelip kimsenin ağzına lokmayı da verecek değil ya Bugün dünyadaki fakirliğin önemli bir sebebi, bir yandan insanların tembelliği, diğer yandan -yine maalesef insanlık ailesine bağlı birer insan sayılan- zalimlerin emperyalist tutumlarıdır. Güç zalimin eline geçince, hak-hukuk çiğnenmeye mahkumdur.

- Tarih boyunca, bir yandan gücü elinde tutan Nemrut, Şeddat, Firavun, Semud ve Ad kavimleri gibi zalimlerin yedikleri tedip silleleri; diğer yandan güçsüz olmalarına rağmen, mücadelede galip duruma geçen peygamberler ve onların tâbilerinin gördüğü bu mükâfatlar, Allah’ın kendisine karşı isyan edenleri adaletle tokatlayacağını,  itaat edenleri ise şefkat ve rahmetle himaye edip mükâfatlandıracağını göstermektedir. Fakat bu dünya imtihan meydanı olduğundan işlerin gizli tutulması gerekir. Bütün suçluların, suç işledikleri her defasında cezaya çarpılmaları, bütün itaat edenlerin güzel işler işledikleri her defasında peşin olarak mükâfatlandırılmaları, bu gizlilik prensibine aykırıdır. Ancak, küçük çapta da olsa, bunların gerçekleşmesi, ahirette, büyük mahkemede adaletin tam tecelli edeceğinin işaretlerdir.

- Eğer her hırsızın, kapkaççının, her caninin, katilin suçuna engel olunsa, her zalimin zulmüne mani olunsa, bozuk karakterlilerle iyi karakterli insanları ayırmak mümkün olmaz.

- Kainatta mevcut ekolojik, ontolojik dengeler geniş bir adaletin varlığından haber vermektedir. Çünkü denge bir adalet ölçüsünün yansımasıdır. Bu adaletin tamamen tecelli edeceği yer ise, ahiret alemidir.

- Güzellikler kötülüklerden çok fazla olmasına rağmen, insan oğlunun evhamla havalanan zekâsı, cerbeze/demagoji yaparak bu oranı tersyüz edebilmektedir. Güneşler, aylar, yıldızlar, denizler, atmosfer, durmadan insanın hizmetine koşarken; yerküresi, bütün nimetleriyle insana yardımda bulunurken; insanın kendi suistimalinden doğan veya başkasının yanlışından doğan yahut bir uyarı niteliğinde olan hoşumuza gitmeyen bazı sıkıntılarla bütün bu nimetleri görmezlikten gelmek, Kur’an surelerinin başında Rahman ve Rahim olarak kendini bize takdim eden Allah’ın rahmetini itham etmek gibi çok çirkin bir yanlışın içine girmektir. İnsan oğlunun nankörlüğü öyle bir raddeye varır ki, 50 yıl boyunca, sağlıklı, ferah ve refah içerisinde ömrünü geçirse, bir gün hasta olsa, bütün o nimetleri unutuverir ve durumundan şikayet etmeye başlar. Rabbimiz bize dosdoğru yolu göstersin!

İlave bilgiler içi tıklayınız:

Cenâb-ı Hakk bu âlemi kendisini tanıtmak için yarattığına göre,

Musibetlerin Allah’ın kahrının tecellisi olduğu söyleniyor. Her musibet

Şu anda, toplumda bulunan huzursuzluk ve sıkıntıların gerçek sebebi nedir?

İnsan niçin yaratılmıştır, Allah'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı vardır?

35 Başka gezegenlerde yaşayan insanlar var mı? UFO'lar gerçek mi?

Sorunuzu, "Bu kainatta insanların yaşadığı başka gezegenler, başka küreler var mı?" şeklinde değerlendiriyoruz. Aksi halde, bir milyonu aşkın hayvan alemleri gösteriyor ki bu kainatta hayat sadece insan hayatına münhasır değil.

Öte yandan, başta Kur'an olmak üzere bütün semavi kitaplar, melekler ve cinler alemini haber verirler. Denizlerde balıkları, ormanlarda ceylanları, kanımızda al ve akyuvarları yaratan bir kudret, elbette yıldızlar alemini boş bırakmamıştır. O nurani alemlerin de kendilerine göre sakinleri vardır.

Başka kürelerde insan olup olmadığı konusuna gelince, bu konuda şu anda kesin bir bilgi yok, ancak ihtimalden de uzak değil. "Allah, yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır." (Talak, 65/12) ayetinin tefsirinde, ağırlıklı olarak, toprak tabakasından magmaya kadar yedi tabaka bulunduğu üzerinde durulmakla birlikte, yer küremiz gibi altı tane daha kürenin mevcut olabileceği ihtimaline de yer verilmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

UFO'lar (uzaylılar) hakkında bilgi verir misiniz?..

36 Geçmiş insanların ömürleri ortalama olarak ne kadardı? İlk insanlar uzun yaşamasına rağmen neden ömür kısalmaktadır?

Geçmiş insanların ne kadar süre yaşadıklarını biz üç kaynaktan öğrenebiliriz. Bunlardan birisi felsefî düşünce ve değerlendirmedir. Diğeri deney ve laboratuara dayanan bilimsel bilgidir. Bir diğeri de Semavî kaynaklardır. Bunlar da; Tevrat, İncil ve Kur’an’dır.

Bu konuda fennin ve felsefenin ortaya koyduğu bir değer hükmü yoktur. Semavî kaynaklar içerisinde, ilk gönderildiği tarihteki gibi aslını muhafaza eden Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an’da açık bir hüküm yoksa, bilgi bakımından diğer Semavî kitaplara da başvurulabilir.

Kur’an’da açık olarak Hz. Nuh’un yaşından bahsedilmektedir. Âyetin meali şöyledir:

“And olsun ki biz Nuh’u kendi kavmine gönderdik de o bin yıldan elli yıl eksik bir süre onların arasında kaldı. Sonunda onlar zulümlerini sürdürürken Tufan kendilerini yakalayıverdi. Fakat biz onu ve gemidekileri kurtardık ve bunu âlemlere bir ibret yaptık.” (Ankebût, 29/).

Bu ayette, Hz. Nuh peygamberin de çok uzun yaşadığından bahsedilmektedir.

Tevrat’a göre de Hz. Âdem sene yaşamıştır(Tekvin: 5/5; İslâm Ansiklopedisi, I/). Bazı tefsirlerde de Hz. Âdem’in bin yıl yaşadığı belirtilir (İbn Esir Ali b. Muhammed el-Cezerî, el-Kamil fi’t-tarih, Beyrut , I/).

Sonuç olarak, Hz. Âdem ve Hz. Nuh’un yaklaşık bin sene yaşadığı anlaşılıyor. Bunların ümmetlerinin kendileri kadar bir hayat yaşayıp yaşamadıklarını bilmiyoruz. Ancak, peygamberler her yönden kavimlerine örnek olduğu için, ümmetlerinin de onlar gibi uzun yaşamış olmaları muhtemeldir. Nitekim bizim Peygamberimiz (asm) de, toplumun genel yaş ortalamasına yakın bir ömür sürmüş olup 63 sene yaşamıştır. Doğrusunu Allah bilir.

Evrendeki her şey Allah'ın kontrolü altında gerçekleşir. Bunun aksini düşünmek, bazı konuları Allah'ın kontrolünün dışında imiş gibi düşünmek, son derece büyük bir gaflet olacaktır.

İlk insanların ömrünün uzun olması, sonraları insan ömrünün kısalması Allah'ın takdiridir. İnsan kendisine verilen hayat nimetini muhafaza etmek için meşru dairede çalışır. Bundan sonrasını ise Allah'ın takdirine bırakır. Neyin hayırlı olacağını da bilemeyiz.

İnsan ömrünün uzaması, bazı hastalıklara çare bulunması da Allah diledikten sonra elbette ki mümkündür. Ancak bu durum insanları gaflete düşürmemeli, tam tersine Allah'a yakınlaştırmalıdır. Her olay Allah'ın yarattığı kader dahilinde gerçekleşir. İnsan ömrünün uzaması da kısalması da Allah'ın bilgisi dahilindedir. Bu açıdan ilk insanın uzun yaşamasını isteyen ve bunun için gerekli şartları yaratan Allah olduğu gibi, sonraları insan ömrünü kısaltan ve bunun için de şartları yaratan yine Allah’tır.

Uzun ömür verilmesi durumunda insanın şımarıklığa kapılması için hiçbir neden yoktur. Çünkü ölüm vardır ve bu akıldan hiç çıkarılmaması gereken apaçık bir gerçektir. İnsanın ömrü 50 sene de, sene de, sene de olsa, sonunda mutlaka bir gün ölüm gelecektir.

Her insan ölümünden sonra yaptıklarından dolayı hesaba çekilecek, bunun neticesinde de ya cennetle ödüllendirilecek ya da cehennemle cezalandırılacaktır. Şu halde ömür uzun da olsa kısa da olsa fark etmez. Önemli olan dünyada her insana verilmiş olan sürenin sadece Allah rızası için kullanılmasıdır.

Allah'tan hayırlı ve çok uzun bir ömür istenebilir; fakat bu istek, daha çok salih amelde bulunmak, Allah'ın sonsuz kudretini daha iyi takdir edebilmek ve Allah'a yakınlaşabilmek için olmalıdır. Aksi bir durum kişinin kendisi için kayıp olacaktır.

37 Kuvvetli mümin, zayıf / güçsüz müminden daha iyi, daha üstün ve Allah'a daha sevimlidir, ne demektir?

“Kuvvetli mümin, zayıf / güçsüz müminden daha iyi, daha üstün ve Allah’a daha sevimlidir.” (Müslim, Kader, 34; İbn Mace, Zühd, )

Önce hadiste “sağlıklı-hastalıklı değil, kuvvetli-zayıf” karşılaştırması vardır.

Âlimlere göre, kuvvetli müminden maksat, ahiretle ilgili işler hakkında tam bir şuur, sarsılmaz bir azim ve kesin bir karar gücüne sahip olan uyanık mümindir.

Çünkü Allah’a ve ahirete imanı güçlü olan, düşmanla savaşmak, cihat etmek konusunda olduğu gibi, Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirmekte daha azimli, daha kararlı ve daha isteklidir. En meşakkatli zamanlarda bile Allah’ın rızasını gözetmeyi ihmal etmez. Yoksa maddi güç anlamında değildir.

Demek ki, hadiste Allah’ın rızasını her durumda ön planda tutma gücünü gösteren mümine vurgu yapılmaktadır.(bk. Nevevî, İlgili hadisin şerhi).

38 "The Secret" adlı bir kitabı okudum; kitap "çekim yasası" na dayandırdığı bazı konularda, insanların düşünceleri ile istediklerini elde edebileceklerini iddia ediyor?

Bu gibi düşünceler, şu anda bir bilim-kurgu, bir hayal mahsulü olmaktan öteye geçmeyen teorilerdir. Eğer bunu iddia edenler gerçekten böyle bir güce sahip olsalardı, şimdi çoktan dünyanın saltanatını ve servetini ele geçirmiş olacaklardı. Bir-iki kitap satıp para kazanma peşinde koşanların durumu, torbasından tomar, tomar dolarlar çıkaran sihirbaz veya sirkçilerin durumuna benzer.

İmam Malik, fıkıh konusunda bile, faraziyeler üzerinde zihni yorup israf etmemenin gereğine inanmaktadır. Sözünü ettiğiniz konuda bu Büyük İmam'ın sözünü uygulayabiliriz. Düşüncelerimizi bile israf etmemek gerekir.

39 Bağkur'a belli bir müddet para yatırılıp daha sonra emekli olmak caiz midir?

Sosyal Sigortalar Kurumu, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı; devletin kurduğu sosyal güvenlik kuruluşlarıdır. Bunların amacı, hayatın göstereceği çeşitli risklere karşı vatandaşları koruma altına almaktır.

Sigortalıların sadece kendileri değil bakmakla yükümlü oldukları aile bireyleri de bu kurumların sağladığı sağlık hizmetlerinden yararlanırlar. Ayrıca, sigortalı vefat ettiğinde eşi, çocukları bazen de anne ve babasına maaş bağlanır ve sağlık hizmeti verilir.

Bu kuruluşların amacı tamamen sosyaldir. Zaten sosyal devlet anlayışının ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Söz konusu müesseseler, kâr amacı gütmezler. Nitekim ülkemizde yukarıda saydığımız üç kuruluş sürekli zarar eder ve zararları devlet bütçesinden karşılanır. Devletimizin bu kurumlardan hiçbir menfaati olmadığı gibi, halkımızın sosyal güvenliğini sağlamak için önemli fedakârlıklar yapıyor.

Bu kurumlara para yatırmak ve emekli maaşı almak caizdir.

40 İnsanın tahammül edemeyeceği sıkıntılardan dolayı intihar etmesi onu mesuliyetten kurtarır mı? Allah Teala hiç bir kuluna kaldıramayacağı bir yükü yüklemez, diye biliyoruz.

Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de hiç bir kuluna katlanamayacağı yükü yüklemeyeceğini buyurmaktadır. Nitekim İslam'ın emir ve yasaklarını incelediğimiz zaman bunun böyle olduğu açıkça görülmektedir. Mesela namaz gibi sık yapılan bir ibadetin, bedene hiç bir zahmeti yoktur. Nefis için çok ağır gelen bu ibadetin, hem ruha hem bedene bir çok maddi ve manevi faydası vardır. Nefis namazdan hoşlanmadığı için namazın zor olduğunu söylemek hakikatle bağdaşmayacaktır.

İnsanın başına gelen katlanamayacağı yük kendi hataları yüzünden gelmektedir.

"Allah insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.”(Yunus, 10/44)

ilahi fermanı bunun açık delilidir. Gayrimeşru hayat yaşayan ve bunun neticesinde kendisine verilen sağlam iradeyi zayıflatan insan, kendi elleri ile kendisini tehlikeye atmışsa ve bunun neticesinde de intihar etmişse elbetteki ilahi azaba maruz kalacaktır.

"Evet, zorlukla beraber bir kolaylık var." Evet, o her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Yani o zorluğa göğüs gerilip aşılırsa o kolaylığa erilir. O kolaylığa inanıp, o zorluğa ehemmiyet vermeyip de Allah'ın izniyle sabır göstererek dayanan ona erer. Nitekim Ve'l-Leyli sûresinde şöyle buyurulmuştur:

"Kim malını Allah yolunda verir, takva yolunu tutar ve en güzeli de tasdik ederse, biz onu en kolay yola muvaffak kılacağız."(Leyl, 92/)

Şu halde bundan sonra da bir zorlukla karşılaşırsan onu da başka bir kolaylığın izleyeceğini veya beraberinde bir kolaylık bulunduğunu bil, bu vaadi tasdik et de o zorluktan yılma. Onu da gönül hoşluğuyla karşıla. Bir yönden zor görünen bir şeyde diğer yönden bir kolaylık vardır. O şeyi, bu kolay yönünü bularak yapabilen kolaylığına erer. Her zorluğu bir kolaylığın izleyeceğine inanmak da o zorluğun yalnız sonunda değil, beraberinde de bulunan bir kolaylık yönüdür. Bu itibarla "en güzel"i tasdik eden ve ona göre çalışan müminler için her zorlukta iki kolaylık var demektir ki, bunun birine dünya kolaylığı, diğerine ahiret kolaylığı demek uygun olur.

41 Manevi eksiklik mutsuzluğun sebebi olabilir mi?

Erzurumun itibarlı alimlerinden biri de Mehmet Kırkıncı Hocaefendidir. Eserlerinden de anlaşılacağı üzere Hocaefendi hoş sohbet, yumuşak yaklaşımlı, nüktedan bir irşad üslubuna sahiptir. Kimseyi itham etmez, ayıplayıp suçlamaya yönelmez. Mutlaka bir nükte, bir fıkra ile konuyu rahatlatır, tatlı bir yaklaşımla irşadını etkili kılar.

Nitekim günün birinde oldukça zengin biri müracaat eder Hocaefendiye.

"Her şeyim var; fakat huzurum yoktur. Bana bir çare bul." der.

Sözlerine şunu da ilave eder: "Doktorlar muayene ediyorlar, hiçbir rahatsızlığın yok diyorlar. Hatta vücudumda vitamin eksikliği dahi olmadığını söylüyorlar."

İşte burada Hocaefendi öze karışır:

"Dur bakalım dur; birde biz bakalım şu vitamin eksikliğine. Eğer dedikleri gibi vitamin bolluğu olsaydı, sende bu rahatsızlık olmayacaktı, mutlaka işin içinde bir eksiklik söz konusu?.." der.

Sorusunu şöyle sorar:

"Saçlarda yaşlanma belirtisi olan beyazlanma başlamış. Namazlarını kılıyor musun? İbadetle aran nasıl?"

Adam zorla da olsa gerçeği itiraf eder:

"Hayır, henüz namaz kılmaya başlamadım."
Hocaefendi:
"Bak, sende manevi vitaminlerden (A) vitamini yok, gördün mü?" der,
Sonra tekrar sorar:
"Oruçla aran nasıl? Tutuyor musun?"
Adam yine zorlanır:
"Hayır, henüz oruç tutmaya başlamadım." der.
Hocaefendi:
"Oooo, sende (B) vitamini de yok." der ve sormaya devam eder:
"Zengin olduğunu söyledin, zekatını nasıl hesap ediyorsun?"
"Şey, yani henüz zekat filan da vermiyorum."
Hocaefendi büsbütün hayrettedir:
"Bak hele, sende (C) vitamini de yoktur. Nasıl huzur bulacaksın bu kadar vitamin eksikliğiyle?"

Aralarındaki diyalog şu şekilde sürer gider:

"Hacca gittin mi?"
"Henüz hacca gidecek vaktim olmadı."
"Neler söylüyorsun sen. Demek sende (D) vitamini de yok."
"Peki, bir de aldığın gıdalara bakalım. Kazancına haram karışıyor mu?"
"Evet, azda olsa karışıyor."
"Gördün mü, sen mikroplu gıdalar da almışsın. Elbette huzurun olmaz, rahattan mahrum kalırsın."

Hocaefendi sözlerine şunları da ekler:

"Bütün bunlara rağmen senin kurtulman yine de mümkün. Çare vardır. Yeter ki sen bu vitamin eksiklerini tamamla. Bir de mikroplu gıda alma. Allah'ın izniyle sende en küçük bir rahatsızlık, huzursuzluk kalmayacak, turp gibi olacaksın."

İlave bilgi için tıklayınız:

- Günaha Karşı Tövbe

42 Muharrem Ayı hakkında.

Bu konuda sağlam bir nassa / rivayete rastlayamadık. Ancak eskiden beri değişik güzelliklere sahne olmuş mübarek bir gün olduğu için, o günün bereketli olacağına dair alimlerin bazı görüşleri olabilir.

Nitekim bazı rivayetlere göre, Hz. Adem’im tövbesi Aşure gününde kabul edilmiş, Hz. Nuh’un gemisi, Aşure günü Cudi dağında demir atmış, Hz. Musa’ya deniz Aşure günü yarılmıştır (bk. Mecmau’z-Zevaid, 3/).

Bununla beraber, “Kim aşure günü ailesine bol yiyecek alıp yedirirse, o yıl boyunca bolluk içinde olur.” anlamına gelen rivayetler vardır. Fakat, oldukça zayıf kabul edilmiştir. (bk. Mecmau’z-Zevaid, 3/).

İlave bilgi için tıklayınız: 

Aşure günü, aşure orucu ve aşure tatlısı hakkında bilgi verir misiniz? Aşure günü yas tutmanın bir sakıncası var mıdır?

43 Çocukta zeka testi uygulamak doğru mu?

Zekanın tanımlanması güçtür. Zekanın tanımı ve ölçülmesi ile ilgili olarak çok sayıda kuram mevcuttur. Zeka dendiğinde aklımıza genellikle zihinsel yetenek gelir.

Zeka testi olarak adlandırılan ölçme araçları da zihinsel yeteneği ölçmeyi amaçlarlar.

Zeka Testlerinin Geçerliği

Geçerlik testin ölçmeyi amaçladığı şeyi ölçebilme gücüdür. Zeka testinin geçerliği denilince de testin zekayı gerçek anlamda ölçebilme güçünü anlıyoruz. Zekanın beynin iki yarım küresinin bazı fonksiyonlarının toplamı olduğu varsayımıyla her iki yarım küreye ait bazı fonksiyonları ölçen testler geliştirilmiştir. Kavrama, akıl yürütme, yargılama gibi bazı sözel yeteneklerin beynin sol yarım küresinin fonksiyonu olduğu, görsel-mekansal yetiler gibi performans yetilerin de sağ yarım kürenin fonksiyonu olduğu bilinmektedir. Bugün en yaygın olarak kullanılan zeka testi de sözel ve performans yetenekleri ölçmektedir.

Zeka testleri bir çok uzman tarafından çeşitli yönleriyle eleştirilmekle birlikte klinikte çocuk ve gençlerin zihinsel gelişim düzeylerini belirlemek konusunda etkili testlerdir. Geçerlik ve güvenirlikleri test edilmiş testlere, uzmanlarca gerek duyulduğu takdirde başvurulmakta ve elde edilen sonuçlar yararlı olmaktadır.

Zeka Testlerinin Önemi

Zeka testleri klinikte değişik amaçlarla kullanılabilmektedir. Bir çocuğun zihinsel gelişim geriliğini (zeka geriliği) veya üstün zihin gücünü (üstün zeka) ortaya çıkarabileceği gibi, hangi yetilerinin ne kadar gelişmiş olduğunu, hangi alanlarda daha fazla gelişmiş hangi alanlarda daha az gelişmiş olduğunu zeka testleri aracılığıyla saptamak mümkündür. Ayrıca bu testler aracılığıyla çocuğun nörolojik, görme veya işitme ile ilgili bir sorunu olma olasılığını da saptamak mümkün olabilmektedir. Bunun yanı sıra zeka testleri sonuçları klinik psikolojide bazı psikopatolojinin belirlenmesinde de bir araç olarak kullanılabilmektedir.

Zeka Testlerine Hangi Durumlarda Başvurulmalıdır?

Çocuk sahibi olan her anne-baba, bebeğinin sağlıklı olduğu kadar zeki olmasını da arzular. Hemen her anne-baba da çocuğunun zekasını merak eder. Çocuğun her becerisi, değişik durumlardaki problem çözme ve akıl yürütme tarzı hep zeka belirtisi olarak yorumlanır. Özellikle de becerileri ve farklılığı ile çevresi tarafından fark edilen çocukların aileleri uzmanlara baş vurup bu çocuğun zeki olduğunu düşündüklerini ve zekasını ölçtürmek istediklerini söylerler. Ancak böyle bir merak bir çocuğa zeka testi uygulanması için yeterli bir neden değildir. Sadece çocuğun ne kadar zeki olduğunu belgelemek için test uygulanması çocuğa zarar verebilir. Zekanın ölçülmesi diğer fiziksel ve fizyolojik ölçümler kadar somut değildir. Sayısal bir veri elde edilmekle birlikte bu veri daha çok klinik değerlendirme için bir anlam ifade etmektedir. Zaman içinde, eğitimle, yaşam koşulları ile zekanın iç dağılımında, hatta toplam sonucunda değişmeler mümkün olabilmektedir. Yani zeka değişmez bir bütün değildir.

Zeka testi uygulama kararı ancak bir uzman tarafından verilebilir. Çocuklar okulda, evde veya başka sosyal ortamlarda okul başarısı, uyum ve davranış problemleri yaşıyorlarsa, yapılacak bazı değerlendirmelerin ardından zeka testi yapılması gerekebilir. Zeka testine ihtiyaç duyulmasının nedeni çocuğun olası bir öğrenme güçlüğünün saptanması olabileceği gibi üstün zihin gücüne sahip oluşunun saptanması da olabilir. Çünkü her iki uçta da çocuklar uyum ve davranış sorunları yaşayabilirler. Bu sorunların nedenlerinin neler olabileceğinin saptanması aşamasında zeka testleri bir araç olarak kullanılabilir.

Zeka Testlerinin Sonuçları Ne Kadar Geçerlidir?

Zeka testlerinin bu konuda profesyonelleşmiş uzmanlarca yapılması güvenirliğini arttırmaktadır. Test odası, testörün çocukla kurduğu iletişim, çocuğun motivasyonu, ortamın fiziksel koşulları (ısı, ışık vb) gibi bir çok faktör testin güvenirliğini etkilemektedir. Tüm bu koşullar konunun uzmanlarınca bilinmekte ve ortam standardize edildikten sonra belirlenen yönergeler belirlenen biçimde verilerek çocuğun gerçek performansını ortaya koyması sağlanmaya çalışılmaktadır. Zeka testleri yapıları gereği belirli bir zaman geçmeden tekrarlanamamaktadır. Kısa aralıklarla tekrarlanan testlerin de geçerli olmadığı bilinmektedir. Bu nedenle ailelerin böyle bir test yaptırma aşamasında öncesinde yapılmış bir test varsa bu bilgiyi uzmanla paylaşmaları önemlidir. Sıklıkla kullanılan zeka testleri gerçerlik ve güvenirlik çalışmaları yapılmış testlerdir. Bu nedenle uzmanlarca uygulandığında bu testlerden elde edilen sonuçların da güvenilir ve geçerli olduğu söylenebilir.

Zeka Testleri Nerelerde Yapılır?

Zeka testleri bu konuda uzmanlaşmış pedagog, psikolog ve psikolojik danışmanlarca yapılmaktadır. Bu uzmanların çalıştığı özel klinik ve merkezlerin yanı sıra milli eğitim müdürlüklerine bağlı rehberlik ve araştırma merkezlerinde, bazı hastanelerin psikiyatri veya psikoloji departmanlarında da bu testler uygulanmaktadır.

Zeka Testi Sonuçları Anne-babaları Nasıl Etkiler?

Zeka testleri konusunda uzmanlaşmış profesyoneller ailelerin merakları nedeniyle test yaptırma taleplerini karşılamazlar. Çünkü böyle bir talebin sonucunda elde edilecek sonuçlar çocukların zarar görmesine neden olabilmektedir. Anne-babalar genellikle çocuklarından yüksek performans beklerler. Eğer sonuç anne-babanın istediği gibi çıkmazsa, bu durum anne-babada hayal kırıklığı yaratabilir ve bu da çocuklarıyla ilişkilerini olumsuz etkileyebilmektedir. Çocuk bir andan anne-babanın gözünde değer kaybedebilir ve bu hiç istenmeyen bir sonuçtur.

Testten elde edilen puanın yüksek olması da başka sıkıntılara neden olabilir. Bu durumda da anne-baba çocuğun çok yüksek bir zeka bölümüne sahip olduğunu bilir, çocuğa bunu bildirir ve çocuktan beklentileri de çok artar. Böyle bir çocuğun okulda veya başka sosyal ortamlarda karşılaşabileceği uyumsuzluk veya başarısızlık problemi anne-babanın aşırı tepki göstermesine neden olabilir. Çocuk üzerindeki baskı artabilir. Kendisinden sürekli yüksek başarı beklenen bir çocuk, küçük bir başarısızlıkta hayal kırıklığı yaşar ve bekleneni verememiş olma duygusuyla güvensizlik ve yetersizlik duyguları yaşayabilir. Bu nedenle çocukların zeka testlerinin sonuçları anne-babalarla paylaşılırken testle ölçülen yetenekler tek tek incelenir. Çocuğun hangi yeteneğinin yaşından beklenilen düzeyde gelişmiş olduğu, hangi yeteneğinin yaşının üzerinde geliştiği, hangi yeteneğinin yaşından beklenilen düzeyde gelişmediği açıklanır. Bu yeteneklerin özgüven, başarı ve öğrenmesini nasıl etkileyeceği üzerinde durulur. Anne-babanın bu veriler ışığında çocuklarına nasıl bir program hazırlamaları gerektiği konusunda rehberlik edilir.

Anne-Babalara Öneriler

- Çocuğunuza zeka testi yaptırmak istiyorsanız bunun nedenini düşünün. Çocuğunuzun çok zeki olduğunu düşünüyorsanız ve okulda, çevrede uyum problemleri yaşamıyorsa böyle bir teste hiç gerek olmayacaktır.

- Çocuğunuz okulda bazı sorunlar yaşıyorsa; (arkadaşlarıyla uyumsuzluk, dersi takip etmekte güçlük, okul başarısızlığı vb gibi) bir uzmandan yardım isteyin. Böyle bir durumda çocuğunuza zeka testi uygulanabilir ve buradaki amaç genellikle çocuğunuzun toplam zekasını belirlemek değil, zekasını oluşturan yeteneklerin tek tek araştırılmasıdır. Bu yeteneklerin fazla gelişmiş olması, yetersiz gelişmiş olması veya aralarındaki dengesizlik çocuğunuzun sorunlarının kaynağı olabilir.

- Test sonuçlarını çocuğunuzun bundan sonraki okul hayatı için yararlı olabilecek ipuçlarını elde etmek için not edin. Her çocuğun farklı bir zihin yapısı ve öğrenme biçimi vardır. Çocuğunuzun zihinsel özelliklerine uygun aktiviteler ve hedefler belirleyin.

- Yapılan değerlendirmeler sonucunda çocuğunuza test yapılması gerekli görüldüyse bu testi uygulayacak profesyonellerin testler konusunda yeterli olduklarından emin olun. Aksi halde testin güvenirliği azalacaktır.

- Çocuğunuzun uyum problemi varsa hemen ilk seansta çocukla iyi iletişim kurulamayabilir. Bu durumda ilk seansın çocukla tanışma ve ısınma seansı olarak sürdürülmesi zeka testinin bir sonraki seansta verilmesi gerekmektedir.

- Bazı çocukların özellikle ergenlik dönemindeki çocukların teste dirençleri olabilir. Çocuğunuzu test seansına götürürken onu kaygılandıracak şeyler söylemeyin. Bu durumda teste dirençleri artabilir ve sonuç etkilenebilir

44 Bilim, karşı cinsle olan arkadaşlığın insanı psikolojik olarak olumlu etki ettiğini açıklamaktadır. İslam dini karşı cinsle arkadaşlığı neden yasaklamaktadır?

İnsanın kendi kalbine mukabil bir kalp bulması ve onunla zevk ve elemlerini paylaşması fıtratında vardır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de,

"Sizi bir tek nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan vareden Allah'tır." (A'raf, 7/)

buyurarak, insanın karşı cinse olan alakasını ve onda huzur bulacağını ifade etmiştir. Bundan dolayıdır ki dinimiz kadınla nikahlanmayı helal kılmıştır.

Nikah olmadan karşı cinsle olan alaka ise, o huzur ve alakadan ziyade nefsin isteklerini tatmin etmeyi ön plana çıkarır.

Peygamberimizin (a.s.m.) şu ikazı dikkatimizi çekmektedir: Hazret-i Abdullah'ın rivayetine göre Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:

"Kadın avrettir (namustur). Bunun için dışarı çıktığı zaman şeytan ondan asla ayrılmaz."1

Buradan, namuslu iffetli kadının şeytanla işbirliği yaptığı, nerede kadın varsa orada mutlaka şeytanî bir hal vardır durumu anlaşılmamalı. Kadında görevli olan şeytan karşı cinsin ona dikkatini çekici vesvese vermektedir.

Abdullah bin Ömer'in rivayetine göre Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:

"Yabancı bir erkekle bir kadın aslâ başbaşa kalmasınlar. Aksi takdirde üçüncüsü şeytan olur."2

Hz. Cabir'in rivayetine göre Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:

"Yanlarında kocaları bulunmayan kadınların yanına girmeyiniz. Çünkü şeytan sizin kan damarlarınızda dolaşmaktadır."

"Sizden birinizin başına iğne ile dürtülmesi, kendisi için helâl olmayan bir kadına dokunmaktan daha hayırlıdır."

Bediüzzaman'a göre de cismâni mutluluğun bir vesilesi evliliktir. İdeal evliliğin de kendi içinde bazı hususiyetleri vardır. Öncelikle bu evliliğin, eşler arasında gerçek sevginin tahakkuk ettiği türden olması şarttır.

Eşler karşılıklı aşk ve sevgilerini, sıkıntı ve hüzünlerini tamamen birlikte paylaşır, birlikte dağıtır, duygu ve düşünceleri birlikte paylaşırlar.

"Evet insan bir refikaya veya bir refike muhtaçtır ki, tarafeyn aralarında, hayatlarına lâzım olan şeyleri muavenet suretiyle yapabilsinler ve rahmetten neş'et eden muhabbet iktizasıyla, yekdiğerinin zahmetlerini tahfif etsinler ve gamlı, kederli zamanlarını, ferah u sürura tebdil edebilsinler. Zâten dünyada insanların tam ünsiyeti, ancak refikasıyla olur."3

Bediüzzaman'a göre bu değerleri ikmal eden, kalbî ünsiyeti perçinleştiren en önemli unsur da kadının iffetli olması, kötü denilebilecek ahlaktan ve çirkin arızalardan beri olmasıdır.

Bediüzzaman konuyla ilgili buna ilaveten şöyle der:

"Saadetin esaslarından "nikâh" ise: Evet insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcud bulunmasıdır ki, her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezaizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar. Evet bir işte mütehayyir kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden adam velev zihnen olsun, ister ki; birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın. Kalblerin en latifi, en şefiki; kısm-ı sânî ile tabir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhî imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbî ünsiyet ve ülfeti itmam eden, surî ve zahirî olan arkadaşlığı samimîleştiren; kadının iffetiyle, ahlâk-ı seyyieden temiz ve pâk bulunması ve çirkin ârızalardan hâlî olmasıdır."4

Kaynaklar:

1. Tirmizî, Radâ:
2. Tirmizî, Fiten: 7.
3. Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, Nesil Yay., s. 5.
4. a.g.e.

45 Kölelik, insana kul olmak demek değil midir? Allah'a kullukla farkı nedir?

Arapça’da köleye de, kula da “abd” denir. Biri "Abdullah"tır, biri “abdu fulan”dır.

İnsanlık tarihi boyunca, kölelik ya bilfiil veya bilkuvve vardı. Yani ya gerçekten veya dolaylı olarak bir kölelik söz konusu idi. Farklı çağlara/devirlere göre, renk değiştiren bu kurum, bazen köle-efendi, bazen esir-muharip, bazen işçi-patron, bazen memur-âmir, bazen yönetilen-yöneten, bazen emek-servet, bazen reaya-kral, bazen ezilen-ezen, bazen yurttaş-devlet profiliyle sahnede arz-ı endam etmiştir.

- İslam dininin Allah tarafından gönderilmesinin bir hikmeti, kulun kula kul olduğu sistemleri kaldırıp, herkesin eşit şekilde yalnız Allah’a kul olduğu bir nizama kavuşturmaktır. “Hiçbir Arabın Arap olmayana, hiçbir Arap olmayanın Araba, hiçbir beyazın siyahîye, hiçbir siyahînin beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takva ile/Allah’a karşı gösterilen saygıyladır.” (bk. Tirmizi Tefsir sure, 49) mealindeki  hadis-i şlerif bu hakikatin belgesidir.

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası