dini inancı olmayan bulmaca / TASAVVUFTA MERAK ETTİĞİNİZ SORULARA CEVAPLAR | Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Dini Inancı Olmayan Bulmaca

dini inancı olmayan bulmaca

kaynağı değiştir]

Temel İnanç ve İlkeler[değiştir

TASAVVUFTA MERAK ETTİĞİNİZ SORULARA CEVAPLAR

1 -Sağlam bir tasavvuf çizgisinde hangi özellikler bulunmalıdır?

&#;  Bu sorunun tasavvuf konusundaki belirsizlikleri gidermek amacıyla sorulduğu anlaşılmaktadır. Bugün tasavvuf konusunda sapla saman birbirine karıştığı, şeyhlerin sahtesi ile gerçeği yaygın bir biçimde her yanda bulunduğu için bunları birbirinden tefrik etmek zordur. Bunların doğrularını tanımak için bir takım ölçülere ihtiyaç vardır. İşte o ölçüler şunlardır:

a-      Ehl-i sünnet ve ve&#;1-cemaat çizgisinde sağlam bir inanç,

b-      Kitap ve sünnete uygun derin bir ibâdet hayatı (sâlih amel).

c- Düzgün bir muamelât,

d- Muhammedi bir ahlâk.

Tasavvuf bu ölçüler içinde şu özellikleri de taşır:

a- Tasavvuf manevi tecribe ile anlaşılan hal ilmidir,

b- Tasavvufi bilginin konusu ma&#;rifetullah&#;tır,

c. Tasavvuf tatbiki bir ilim olduğundan mürşid vasıtasıyla öğrenilir,

d- Tasavvuf kitaptan okuyarak öğrenilebilecek bir ilim değildir, çünkü tecrübîdir.

e- Tasavvufun bilgi kaynağı felsefe ve kelâm gibi akılla sınırlı değildir. İlham ve keşf de bilgi kaynağı kabul edilir.

f- Tasavvufi eğitim tarikat denilen özel yollarla kat&#;edilir.

el-Lüma&#; müellifi sûfîlerin sahtesini hakikisinden ayırmak için şöyle bir ölçü koyar:

l &#; Haramlardan kaçınmak,

2-     Farzları îfâ etmek,

3- Dünyayı ehl-i dünyaya bırakıp dünya-perest olmamak.

2-Tasavvufun muhteva açısından mertebeleri nelerdir?

Tasavvufun tahalluk ve tahakkuk olmak üzere iki mertebesi; yani boyutu vardır. Tahalluk, tasavvufun eğitim boyutudur. Tasavvufi hayat, tarikat, manevi makamlar, seyr u sülük ve âdâb gibi konuları kapsar. Tahakkuk ise tasavvufun ma&#;rifet, işaret ve bilgi boyutudur. Bu da insanın ma&#;nevî eğitim sayesinde ahlâk ve takva açısından yükselişi ve Allah&#;a yaklaşması sonucu kâinattaki bazı ilâhî sırlara âid elde ettiği bilgilerdir. Nitekim Kur&#;an&#;daki: “Allah&#;tan korkun Allah size öğretsin.”[1] Âyeti takvanın bir takım manevî bilgilere erme vesilesi olduğuna işaret etmektedir.
Bir kudsî hadisteki: “Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder. Hatta ben onun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı&#; olurum”[2] ibareleri, kulluk ve nafile ibâdet ile insanın kâinattaki ilâhî kudretin etkisini anlamaya başlayacağını anlatmaktadır. Aslında ehl-i sünnet inancına göre bütün insanların fiillerinin gerçek mutasarrıf ve halikı Allah&#;tır. Ancak insanlar gözlerindeki dünya ve mâsivâ perdesi sebebiyle bunu görememektedir. Yani bir başka ifade ile herkesin gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı Allah&#;tır. Çünkü bütün fiillerde yaratıcı O&#;dur. İnsanlar bu gerçeği nafile ibâdetlerle Hakk&#;ın sevgilisi olacak konuma geldikleri zaman farkedebilirler. Kur&#;an&#;da Allah&#;ın, kulların fiillerini kendine izafe etmesi bundandır. Nitekim &#;Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı.”[3]  buyrulur. “Bildikleriyle amel edene Allah bilmediklerini öğretir.”[4] hadisinde de aynı konuya işaret edilmektedir.

Tasavvufun bu iki özeliği tasavvufî hayat ve tasavvufî düşünce olmak üzere iki mertebenin meydana gelmesini sağlamıştır. Bunların ikisi de birbirine bağlı olmakla birlikte; aslolan kulluğa yardımcı tasavvufî hayattır.

3 -&#;Tasavvuf, tefsir, hadis ve fıkıh ilmi gibi bir ilimdir&#; deniyor. Tefsir  İbn Abbas ile; hadis, hadis rivayet eden bir çok sahâbî ile; fıkıh yine fakih sahabîler ile Peygamberimiz zamanından bu yana sabit ilimlerdir. Ama Peygamberimiz ve hıılefâ-i râşidin döneminde tasavvufun isminden bile bahsedilmemiştir, ne dersiniz?

&#; Evet tasavvuf, İslâmî ilimler mozaiğinin bir parçasıdır. Nasıl tefsir, hadis ve fıkıh asr-ı saadette var olan bir ilim ise tasavvuf da muhtevası itibarıyla öyledir. Çünkü İslâm&#;ın ihsan boyutunu, îmanın îkan yani yakînî bir kıvamda yaşanmasını sağlayan tasavvuftur. Kur&#;an&#;da bahsi geçen takva, zikir, huşu, tevbe ve rızâ gibi kalb amellerinin nasıl gerçekleşeceğini Kur&#;an ve sünnetten alıp tatbiki olarak öğreten zâhidlerdir, sûfîlerdir. Tasavvufun asr-ı saadetteki adı belki zühddür, ihsandır, rabbânîliktir ama; tasavvuf öz ve muhtevâ itibarıyla o gün de vardı. Nitekim elinizdeki eserin ilk bölümleri arası okunacak olursa büyük sahâbîlerden herbirinin tasavvufta belli özellikleriyle imam ve önder oldukları görülecektir.

4-Günümüzde tasavvufun içine pek çok hurafeler karışarak bozulduğu örülmektedir. Özellikle menkıbeler konusunda sıkıntılar var. Net bir asavvuf ortaya konmuyor? Bu konuda neler yapılabilir?

-Bu soruda herhalde tasavvufun bozulup gerilediğine işaret edilmek istenmektedir. Aslında İslâmî ilimler ve sosyal kurumlar bileşik kaplar gibidir. Birinin yükselmesi ve diğerlerinin yerinde sayması veya birinin seviyesinin düşüp diğerlerinin yukarda kalması mümkün değildir. İslâm dünyasında gerileme ve çözülme başlayınca bütün ilimler ve kurumlar bundan nasibini almıştır. Medrese, tekke ve ordu üçlüsünün oluşturduğu sosyal müesseseler birbiriyle ahenkli biçimde çalıştıkları, birbirlerini rakip görüp dışlamadıkları zamanlar yüksek seviyede hizmet vermişlerdir. Bu müesseseler birbirini bütünleyen özelliklerini kaybedip rekabetle birbirini yıpratmaya başlayınca genel bir gerileme başlamıştır. Tekke ve tasavvufi kurumların parlaklığını kaybettiği dönemde, medrese veya ordunun hâlâ parlak hizmetler verdiğini söylemek mümkün değildir. Bu itibarla gerileme ve çözülme bütün kurumlarda birlikte yaşanmıştır.

Günümüzde tasavvufi hayatın içinde bulunduğu öne sürülen bid&#;at ve hurafeler aslında İslâm toplumunun ortak problemidir. Tasavvuf, ya da başka İslâmî çevrelerde görülen bir takım bid&#;at ve hurafelerin temel sebebi bilgi eksikliğidir. Çünkü bugün insanlarda manevi hayata ilgi, bilginin çok önündedir. Bu ilgiyi doyurup iyiye kanalize edecek gerekli kurumlar olmadığı ve dini bilgilenmede problemler olduğu için insanlar din adına çoğu zaman hurafelere takılıp kalmaktadır. Hurafe ve bid&#;atin tek sebebi vardır o da cehalettir. Ehl-i sünnet çizgisinde müteşerri ve cehaletten kurtulmayı görev sayan tarikatler hurafelerle mücâdele etmektedir. Nitekim XIX. yüzyılda başta Nakşbendiyye&#;nin Hâlidiyye kolu olmak üzere pek çok tarikat, ilim ve medrese çevrelerinin de desteğiyle bir tecdid, yenilenme ve ıslahat hareketi başlatmışlardır.

Menkıbelerle ilgili sıkıntılara gelince işe önce menkıbenin ne olduğundan başlayalım. Menkıbe (doğrusu menkabe) lügatte övünülecek fazilet, hüner ve meziyet demektir. Istılahta ise peygamberler, sahâbîler, tarihî şahsiyetler, mezheb imamları ve sûfîlerin övülecek fazilet ve meziyetlerini anlatan rivayetler, demektir. Kur&#;an&#;da geçmiş peygamberlere ve ümmetlerine âid bir takım kıssaların yer alması, hadislerde de böyle rivayetlerin bulunması &#;kıssacılık&#; diye bir mesleğin meydana gelmesini sağlamıştır. Kıssacılara &#;kussâs&#; denilir. Halk kıssalardan hoşlandığı için bunlar, vaaz ve irşâdda bir eğitim aracı olarak kullanılmıştır. Sûfîler başlangıçtan beri bu tür kıssalardan oluşan, peygamberler, sahâbîler ve ilk devir sûfîlerinin kıssa ve menâkıbını yazılı ve sözlü olarak nakledegelmişlerdir. Tabiî, bir meslek hâline gelen bu alanda halk muhayyilesinin de katkılarıyla zaman zaman abartılı rivayetler de gündeme gelmiş, hattâ zamanla işin özünü ve nasihat değerini ihmâl eden bazıları, sadece kıssa ve menkıbe yazıp nakletmeyi ve olağanüstü bir takım olaylardan bahsetmeyi daha önemli görür olmuştur. Halbuki kıssa ve menkıbelerde gaye, okuyan ve dinleyenlere bir mesaj ve öğüt vermektir. Bu gayeye uygun olarak yazılan ve anlatılan menkıbelerin yararlı olduğunda şüphe yoktur. Tayy-ı zaman ve tayy-ı mekân gibi bir takım olağanüstülüklerin bulunduğu keramet ve menkıbeleri, halkın kahramanlık duygularını tatmine yarayan şeyler olarak görüyorum. Kesikbaş hikayeleriyle savaşta orduya yardım eden yeşil sarıklı velilere bu gözle bakılmalıdır. Bugünün materyalist ve pozitivist dünyasında îcâd edilen süpermen filmlerinde verilmek istenen nedir? Seyircinin gizli kalmış bir takım macera, kahramanlık ve intikam duygularını tatmin değil mi? Herhalde menkıbelerde de böyle bir etki bulunduğu için çokça tutulmuştur. Nasıl bir kurgubilim filmini gerçek sanmak yanlış ise, menkıbelerde anlatılan bazı şeyleri de böyle doğrudan dinin temel esası sanmak ve öyle sunup algılamak da yanlıştır. Bugün Batı&#;da ruh hastalıklarının tedavisinde sûfî menkıbelerinin kullanıldığına ilişkin bir takım yayınlar göze çarpmaktadır. Bu da bize bunların bir takım fonksiyonlar icra edebilecek önemini göstermektedir. Önemli olan sap-saman ile dânenin birbirine karışmamasıdır. Bugün gerek menkıbeleri nakledenler, gerekse okuyup dinleyenler, zaman zaman anahedefi şaşırdıklarından problemler doğmaktadır. Yerine göre kullanılır ve dînî bir nass gibi görülmezse menkıbelerin de yararlı olabileceğinde şüphe yoktur.

İslâmî ilimlerin hepsinde meydana gelen canlanma, yenilenme tasavvuf muhitlerinde de görülmektedir. Ancak nasıl fıkıh, tefsir ve hadiste bugün müslümanlar dün oldukları seviyeyi henüz yakalayamamışlara tasavvufta da yakalayamamışlardır. Kaldı ki tasavuf bir ilim olduğu kadar manevî ve ruhî bir hayattır. Bu yüzden bu konudaki gelişmeler daha çok zamana ihtiyaç göstermektedir. Bu konuda neler yapılabileceği konusunda şunları söyleyebiliriz. Önce tasavvufun ilim boyutu tasavvuf klâsikleri denilen Kuşeyrî Risalesi, İhya, Kutü&#;l-kulûb, el-Lüma&#;, et-Taarruf ve Keşfu&#;l-mahcûb gibi müteşerri kaynaklar ile tasavvufi düşünce ürünü klâsik eserlerden yararlanılarak ortaya konmalıdır. Ardından tasavvufun eğitim yönü demek olan seyr u sülûk boyutu, işi tezgâhtarlığa vardırmayan liyakatli ve şeriata merbut mürşidlerce hem yazılı eserler, hem de fiilî örneklerle takdim edilmelidir. Böyle bir ortamın gerçekleşmesinden sonra belli bir süreç içinde mutlaka gelişmeler olacaktır. İslâmın hukuk sistemi bile henüz bugünün ihtiyaçlarına cevap verecek bir biçimde tam olarak ortaya konulamamış ve bununla ilgili gerekli ve yeterli çalışmalar yapılamamışken bütün eksiklik ve kusur sadece tasavvufta imiş gibi önyargılı davranmak haksızlık olur diye düşünüyorum.

5-Bazıları &#;Tasavvuf, Yunan mistisizminden alınmıştır.&#; diyorlar. İslâm literatürüne girmiş bir ilim olan tasavvufun kaynağını açıklar mısınız?

&#;  Tasavvufun kaynağını yabancı kültürlerde arama kaygısı, daha çok müsteşriklerin gayretleriyle ortaya çıkmıştır. Muhtelif dinlerin mistik yapılarındaki bir takım benzerlikler onları, bunların birbirinden alınmış olması düşüncesine sevketmiştir. Bir takım müsteşrikler tasavvufun sadece Yunan mistisizminden değil, Hind, İran, Mısır, Hristiyan ve Yahûdî mistisizminden etkilendiği düşüncesini öne sürmüşlerdir. Aralarındaki bir takım benzerlikler sebebiyle bu görüşleri öne sürenler, bu benzerliklerin
insan fıtratından kaynaklanan özellikler olduğunu; her nerede bulunursa bulunsun ve hangi çağda yaşarsa yaşasın insanın bu tür ihtiyaç ve temayüllerinin bulunduğunu görmezden gelmişlerdir. Nasıl din olgusu tarihiboyunca insan için bir gerçekse, din için tasavvuf ve ruhî hayat da öyledir. İslâm&#;da bulunan ibâdet ve muamelâta âid bir takım ahkâm ve kuralların Hristiyanlık ve Yahudilikteki âdâb ve ahkâma benzemesi, nasıl bunların oradan alındığı anlamına gelmezse, tasavvufi hayat ve tasavvufi düşüncelerdeki benzerliklerin de böyle bir takım dış kültürlerden aktarılmış olması anlamını taşımaz. Rengi, dili, kavmiyeti ne olursa olsun, insanların
belli ruhî anlayışları hiç yabancılık çekmeden algılaması meselâ bir Japon&#;un İslâm tasavvufuna dair yazılmış bir eserden zevk alması, bu ortak özellikten kaynaklanmaktadır.

Bir ilmin İslâmî olup olmadığını anlamak için önce adına, sonra muhtevasına, sonra da o ilim mensuplarının kendilerini şeriat karşısında hangi noktada gördüklerine bakmak gerekir. Bu üç esasa göre tasavvufu sırasıyla ele alacak olursak:

a- Tasavvufun adının genellikle ashâb-ı suffenin &#;suffe&#; sinden, &#;safvet” ten ve &#;sûf” kökünden geldiği kabul edilir. Bu kelimelerin üçü de İslâmî menşelidir. Tasavvufun kökü olarak &#;Sofia&#; kelimesinden bahsedilmişse de, gerek sûfîler ve gerekse araştırıcılar tarafından reddedilmiştir. Hattâ bir takım müsteşrikler bile tasavvuf ve sufi kelimesinin sofia kökünden geldiğine karşı çıkmış, bunun yerine yün anlamına gelen &#;sûf” kökünden geldiği görüşünü benimsemişlerdir.

b- Tasavvufun iki önemli muhtevası vardır: Eğitim ve bilgi. Tasavvuf, eğitimde temel olarak benimsediği zikir, tezkiye, tasfiye, rabbânîlik, mücâhede gibi esaslar ve üsve-i hasene &#; model şahsiyet &#; ilkesiyle bir yaşama biçimidir. Kur&#;an&#;da &#;den fazla yerde geçen zikir lâfzı ve bu konudaki emirler, &#;nefsini tezkiye edenin kurtuluşa ereceğini&#; haber veren âyet[5]; safvete ermiş kalb-i selim[6] ve rabbânîlik[7] riyâzat ve mücâhede konusundaki ilâhî emir ve nebevî tavsiyeler aslında tasavvufi hayatın Kur&#;an ve sünnet menşeli olduğunu göstermektedir.

c- Sûfîlerin kendilerini şer&#;i açıdan hangi noktada gördükleri mes&#;elesine gelince ilk sûfîlerden itibaren meşâyıh, ilimlerinin şeriata bağlılığını sık sık vurgulamışlardır. Nitekim Cüneyd: &#;Tasavvuf bir evdir, kapısı şeriattır.&#; Seriy Sakatî: &#;Tasavvuf kitap ve sünnetin zahirine ters bir bâtın ilminden bahsetmez.&#; ve Sehl b. Abdullah Tüsterî: &#;Bizim yolumuzun temeli şu yedi şeydir: Allah&#;ın kitabına sarılmak, Rasûlü&#;nün sünnetine uymak, helâl lokma, başkalarına eziyet ve yük olmamak, günahlardan kaçınmak, tevbe ve hukuka riâyet&#; der. Bu tür söz ve uygulamaları çoğaltmak mümkündür. Mes&#;eleye bu açıdan bakıldığında da görülen safîlerin İslâmî bir yapı içinde olduklarıdır.

6- Tasavvufa ayrı bir din gibi bakanlar var. Bu konudaki fikriniz
nedir?

Bir önceki soruda saydığımız deliller, tasavvufun İslâmî bir ilim olduğunu göstermek için kâfidir. Tasavvufun ayrı bir din olduğu görüşünü savunanlar, ya gerçek tasavvuf çevrelerinin de kabul etmediği, birtakım istismarcı ve sapıkların durumuna bakıp bir genelleme yaparak yanılıyorlar, ya gerçek tasavvufu yeteri kadar bilmiyorlar, ya da hasmâne bir tavır içindedirler. Birinci grupta bulunanlar, bugün piyasada tasavvufu bir istismar aracı olarak kullanıp bir takım maddi ve dünyevi çıkarlar sağlamak isteyenlere bakıp tasavvuf hakkında genel bir hüküm vermektedirler. Aslında gerçek sûfîler, böylelerini tasavvuf ehli olarak görmemektedir. İkinci grupta yer alan ve müteşerri   tasavvufun temel   esaslarını bilmeyen kişilere, müteşerri mutasavvıfların eserlerini ve hayatlarını okuyup incelemelerini tavsiye ederiz. Bir Kuşeyrî&#;yi, bir Gazzâlî&#;yi, bir İmâm-ı Rabbânî&#;yi ve diğerlerini okusunlar. Üçüncü grupta bulunanları ise biraz insafa davet ederiz.

Sûfîlerin yeni bir din ihdası ile ortaya çıkan kimselere karşı yaptıkları mücâdele, tasavvufu bir din gibi görme bir iddiasının doğru olmadığını göstermek için yeterli bir delildir. Nitekim İmam-ı Rabbani döneminde yaşayan devrin sultanı Ekberşah, İslâm, Hristiyanlık ve Hinduizm&#;den karma bir din ihdas etmeye kalkışmıştı. Bu zatla amansız bir mücâdele sürdürüp ona engel olan İmam-ı Rabbani hazretleridir. Kendisine &#;ikinci bin yılının yenileyicisi&#; anlamına &#; Müceddid-i elf-i sânî &#; denilmesinin sebebi bu mücâdelesi ve hizmetidir. Her biri bir Allah ve peygamber âşıkı, İslâm hadimi olan sûfilerin temsil ettiği tasavvufun bir başka din gibi takdim edilmesinin ilmîlik ve insaf ölçüleri ile bağdaşır yanı yoktur.

7- İslâm&#;ı tasavvuf, cihad ve nur gibi ekol ve fırkalara ayırmak acz ifadesi değil midir?

Bu soruyu soran kardeşimiz herhalde bugün ülkemizdeki tasavvufa; tarikat ve Risâle-i Nur adıyla anılan cemaatlara ve bazı İslâm ülkelerindeki tanzîm-i cihâd gibi bir takım kuruluşlara bakarak bu soruyu sormuş olmalıdır. Bugün ülkemizde ve diğer İslâm ülkelerinde bulunan İslâmî cemâat ve fırkalar bir arayış içindedirler. İmamesi kopmuş teşbih taneleri gibi dağılan müslümanları yeniden toparlamaya çalışmakta; zor bir dönemden geçen insanımızın yeniden toparlanışına katkıda bulunmaktadır. Farklı yapıdaki bu cemaatlar, birbirleriyle uğraşmadığı ve önündeki hizmet plânına göre birşeyler yaptığı sürece faydalıdırlar. Hatta onların farklı gruplar hâlindeki hizmetleri kendilerini hizmet yarışına sürükleyen bir motivasyondur. Allah Teâlâ: &#;Siz hayır işlerinde yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getiririr.”[8] buyurmaktadır. Her grup birbiriyle çekişmeden hayır yarışına girince Allah, onları bir araya getirecektir. Dolayısıyla bu tür grupları bir hizmet dağılımı gibi görmek gerekir. Çünkü her grubun meşreb ve meslekine göre hizmet önceliği vardır. Bu da toplumda değişik konuların değişik gruplarca ele alınmasını sağlamakta; dolayısıyla İslâm toplumunun inşâsına katkıda bulunmaktadır. Ayrıca gruplar arası iç çekişme genellikle dış mücâdeleye güç olmadığı zamanlarda olur. Dış düşmanlarla mücâdele edebilecek bir kıvama gelen İslâmî topluluklar zâten çekişmez.

 8-Tasavvuf alanında zaman zaman görülen bozulma çizgisinin nedenleri nelerdir? Tasavvufta otokontrol mekanizması var mıdır? Nasıl işler?

-Bütün bilim dallarında ve kurumlarda olduğu gibi tasavvufta da zaman zaman asıldan uzaklaşmalar ve bir takım sapmalar olmuştur. Bozulmanın temel sebebi liyakatsizlik ve cehalettir. Babadan oğula intikal eden şeyhlik anlayışı, liyakatsiz ve ehliyetsiz kimselerin kolayca şeyhlik makamına oturmalarını sağlamış, bu da tabiî olarak bozulma sürecini hızlandırmıştır. Önceleri tasavvuf! eğitim için belli bir dînî altyapı sağlanır, ondan sonra tarikata girilirdi. Önce, tekke ve medrese arasındaki soğukluk bu yapıyı belli bir biçimde menfi olarak etkiledi. Ardından ehliyet ve liyâkatine bakılmadan şeyh çocukları tekkelere şeyh olmaya başladılar. Liyakatsizlikler sonucunda yanlışlık hızla artmaya başladı.

Tasavvuf ve tarikatlerin iki otokontrol mekanizması vardı. Bunlardan biri tekkelerin kendi içinde seyr u sülük ile işleyen ve sâdece hilâfet alanlara irşâd imkânı sağlayan mekanizma. Özellikle büyük merkez tekkeler kendilerine bağlı taşra tekkelerine halifeler gönderir, meydana gelebilecek şikâyetlere göre bu kişilerinnül dünyası zengin deryâ-dil insanlardı. Amaçları kuru bir cihangirlik kavgası değildi. Dışa yansıyan atak ve savaşçı kişiliklerinin ûerinliğinde içli bir ruh dünyaları vardı. Bu özellikleri onların tasavvuf, edebiyat ve şiirle de ilgilenmelerinde etkili olmuştu. Devlete adını veren Osman Gazi&#;den itibaren son padişaha kadar, genelinde bu özellekleri görmek mümkündür. Osman Gazi&#;nin bir anî şeyhi olan Şeyh Edebâlî&#;nin kızı ile evlenmiş olması belki bu yakınlığın en bariz ve ilk örneğidir. Osmanlı, altıyüz yıl yaşayacak olan muhteşem imparatorluğun temellerini ordu, medrese ve tekke üzerine bina etmiştir. İlk medrese kurucusu Dursun Fakih ve Dâvud Kayseri gibi kimselerle ilk şeyhülislâm Molla Fenârî&#;nin tekke menşeli insanlar olması, Osmanlı&#;da tekke-medrese ilişkisini göstermesi bakımından önemlidir. Orhan Gazi&#;nin Geyikli Baba ve Abdal Murâd gibi sûfîlere saygı duyması, I. Murâd&#;ın bizzat ahî şeyhi olması ve ardından gelen hemen bütün sultanların bir tarikat şeyhine yakın olmaya özen göstermesi, sultanların tasavvufi yaklaşımını gösterir. Ordunun kuruluşunda bir tarikat piri olan H. Bektaş Veli&#;nin adı ve duâsıyla teberrük etmeleri de önemli bir noktadır.

İkinci otokontrol sistemi ise sosyal kontrol mekanizması olan halkın ve tarikat bağlılarının tepkisi ve kontrolü idi. Bütün sosyal kurumlarda olduğu gibi tekkelerde de bu mekanizma son derece önemliydi. Halkın eğitim düzeyinin yüksek olduğu dönemlerde etkili bir biçimde çalışır ve ehil olmayan kimselerin işbaşına gelmesini önlerdi. Ama halkın eğitim düzeyi gerileyince bu mekanizmanın etkisi de azaldı. Tekkelerin kendi içindeki otokontrol mekanizmasının zaafa uğraması ve halkın şikâyetleri, yöneticileri bir takım ıslah çalışmaları ile bu mekanizmaya işlerlik kazandırmaya yönlendirmiştir. Nitekim funduszeue.infoülhamid Han tarafından kurdurulan &#;Meclis-i meşâyıh&#;ın amacı otokontrol sistemini daha sağlıklı bir biçimde hayata geçirmekti. Bu amacı gerçekleştirmek için bir takım çalışmalar yapılmış ve tekke şeyhlerinin dini ve tasavvufi eğitimleri için belli esaslar vaz&#;edilerek icazet zorunluluğu getirilmiştir.

9- Osmanlı sultanlarının tasavvuf anlayışları nasıldı?

-Osmanlı sultanları genelde iyi bir devlet adamı olmanın yanısıra görong> Tasavvufî hayat ferdî olarak yaşanamaz mı?

&#; Bu soruyla iki şey kasdedilmiş olabilir. Birincisi  evrad ve ezkârıyla, riyâzat ve mücâhedesiyle, seyr u sülük ve tarikatıyla tasavvufun ferdî olarak yaşanıp yaşanamıyacağı; ikincisi kişinin kendi başına kitap ve sünnete uygun bir kulluk yapıp yapamayacağıdır. Öğrenmek başka, uygulamak ve yaşamak başka şeylerdir. Tasavvuf öğrenileni yaşamayı fiilî olarak öğreten bir eğitim kurumudur. Eğitimde güçlü şahsiyetlerin başkalarım etkileyerek kendi boyası ile boyaması sözkonusudur. Çünkü terbiye, olgunlaşmış şahsiyetlerin, insanın eksik ve ham tarafları üzerinde yaptığı olumlu etkidir. Türkçe&#;deki: &#;Kır atın yanında duran ya huyundan, ya suyundan&#; sözü bu etkileşimi
gösterir.

Birinci şekliyle; yani tasavvufun seyr u sülük ve tarikatıyla ferdî olarak yaşanması mümkün değildir. Çünkü bu eğitim sisteminin amacı bir mürebbî ve mürşidi gerekli kılmaktadır. Bütün uygulamalı ilimlerde olduğu gibi tasavvufi terbiyede de üstada ihtiyaç vardır. Bu konuda şeyh ve mürşide âid meselelerde daha ayrıntılı bilgiler verilecek.

İkinci şekliyle; yani insanın kendi kendine kitap ve sünnete göre kulluk yapması elbette mümkündür. Eldeki yazılı bilgilerden yararlanarak insan iyi bir müslüman olabilir. Ancak birlikteliğin heyecan ve coşkusu daha farklıdır.

Tekke, camiin fonksiyonunu yerine getirebilir mi? Tekke, camiin
asr-ı saadetteki fonksiyonlarını kaybetmesi yüzünden mi doğmuştur?

-Bilindiği gibi cami, asr-ı saadette bir mabed olmanın yanısıra pekçok  sosyal hizmetin icra edildiği bir merkezdi. Cami bir istişare, öğretim ve eğitim yeriydi. Çünkü hem devlet başkanı, hem ilmî otoritenin sahibi, hem de manevî otoritenin temsilcisi olan Allah Rasûlü&#;nün yeri, cami idi. Allah Rasûlü&#;nden sonra otoriteler ayrılınca her otorite için ayrı mekân zarureti hâsıl oldu. Çünkü Hz. Peygamber&#;in yerine geçen halîfeler onun bütün otoritelerini değil, sadece siyâsî otoritesini temsil ettiği için böyle bir durum ortaya çıktı. Bununla birlikte tekkenin de medresenin de ilk merkezi camidir. Öğretim için medreseler, eğitim için tekkeler, askerî hizmetler için ribat ve ordugâhlar kurulmuştur. Bu müesseselerin hiçbiri diğerinin alternatifi değildir. Bu yüzden tekkenin camiin yerini tutması ve onun bütün fonksiyonlarını yerine getirmesi mümkün değildir. Tekke, Mescid-i Nebevi örneğindeki suffeden (sofa) alınmıştır. Nasıl mescidin sofasında yatıp kalkan ashâb-ı suffe, Allah Rasûlü&#;nün devamlı talebeleri idiyse, aynı şekilde tekkelerin derviş hücrelerinde barınan müridler de tekke şeyhlerinin eğitiminden geçen talebeleridir. Tekkeyi camiin asr-ı sadetteki fonksiyonlarını kaybetmiş olmasından ortaya çıkmış bir kurum olarak görmek yerine, onun hizmetlerini paylaşan bir kurum olarak görmek gerekir. Çünkü tekke, farklı karakter yapısına sahip insanların birbirine yakın olanlarını eğitmektedir. Cami ise mezhep, meslek ve meşrepleri ne olursa olsun, bütün müslümanlara mabed görevi yapmaktadır. Ayrıca tekkelerde mûsikî, semâ, riyâzat, mücâhede ve halvet türü özel eğitim yöntemleri uygulanmaktadır. Bu da cami ile tekke ortamlarının farklı olmasını gerekli kılmıştır.

Bazı tarikatlar ilme, bazıları kisveye, bazıları keramete, bazıları nazara, bazıları çalgıya önem vermektedir. Bu yaşantı ve ilgi alanlarının farklılık sebebi nedir? Bu karmaşa içerisinde doğrunun ölçüsü nedir?

&#;   Bugünkü müslümanların hâline bakıp müslümanlık hakkında hüküm vermek nasıl yanlış bir yargı olursa, bugün toplumumuzda yaygın görüntülerin bakıp tasavvuf hakkında söz söylemek de aynı şekilde yanlış olur. Gerçek tasavvuf elbette, bugün çok bölük pörçük yaşanan tasavvuf değildir. Ya da bir başka ifâde ile bazı grupların öne çıkmış bir takım özelliklerini tasavvufun bütünü için bir yargı vesilesi yapmak yanlıştır. Aslında bu soruların cevabı asırlar önce verilmiş ve tasavvufun asıl gayesi ortaya konmuştur. Bakınız Yûnus ne diyor:
Dervişlik olaydı tâ c ile hırka

Biz dahi alırdık otuza kırka

İlim ilim bilmektir &#; İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsin &#; Bu nice okumaktır.

Tasavvuf insanlara önce kendini, sonra Rabbını tanıma (ma&#;rifet) yolunu gösterir. Farklı özelliklerinin ortaya çıkması biraz da mürşid ve müntesiplerinin farklı karakter yapısından kaynaklanmaktadır. Çünkü yukarıda sayılanlardan hiçbiri tek başına tasavvuf değildir. Ancak sûfiler bir eğitim aracı olarak yerine göre mûsikîden de nazardan da istifâde etmişlerdir. Bugün modern pedagojide insanın karşısındaki ile göz iletişimi kurmasının önemi kabul ediliyor. Göz ile kulak yüksek duyu organları sayılıyor. Bu iki duyu organının diğerlerine göre eğitimde çok daha etkili olduğu tesbit edilmiş bulunmaktadır. Nazar bir göz iletişimidir. Musiki de kulak aracılığı ile kalbe ulaşma yoludur. Mutasavvıfların derdi bellidir. Gönüllere &#;Elest bezmi&#;nde verdikleri sözü hatırlatmak. Bunun için, hangi aracı bulurlarsa kullanmışlardır. Aslında amaç olarak tasavvufta ne kisvenin, ne kerametin, ne nazarın, ne de güzel sesle söylenen mûsikî ve ilâhînin bir kıymet-i harbiyyesi vardır. Çünkü amaç kulluktur, ihsandır, rabbânîliktir. Rabbânîlik söz konusu olunca da sadece bilgininde çok önemi yoktur. Bilgi amelle, amel ihlâsla, ihlâs ihsan ve îsâr ile beslendiği zaman anlam kazanır. Bugün bu konuda görülen eksiklik, tasavvufun değil, ferdlerin eksiklik ve kusurudur. Bunu tasavvufun geneline fatura etmek haksızlık olur.

Günümüzün bozuk şartlarında, herşeyin nefse ve şehvete hitâb ettiği bir zamanda sadece tasavvuf yeterli olur mu?

-Günümüzde, herşeyin nefs ve şehvete hitâb ettiği bir ortamda tasavvufa belki her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Ancak îslâmî ilimleri birbirinin alternatifi olarak görüp birini diğerinin yerine ikame etmek anlayışı yanlıştır. Çünkü her türlü ilimden arınmış &#;sırf tasavvuf&#; diye birşeyden söz edilemez. Tasavvuf fıkıhla, hadisle, tefsirle ve diğer İslâmî ilimlerle birlikte vardır. Bunlar birbirini bütünleyen ilimlerdir. Bunlardan
sadece birisi ve birkaçını alıp diğerlerini almamak eksiklik olur. Zâten sûfîler de bunu bildiklerinden eserlerine ve yollarına diğer ilimlere âid bilgiler de koymuşlardır. Burada muhtelif kimselere nisbetle rivayet edilen şöyle bir sözü hatırlatmakta yarar vardır: &#;Fıkıhsız bir tasavvuf zındıklığa, tasavvufsuz bir fıkıh fâsıklığa götürür. Fıkıh ve tasavvuf, zahir ve bâtın beraber olunca tahkik ilmi meydana gelir.&#; Ahmed Rifâi der ki: &#;Tarikat, ayn-ı şeriat, şeriat ayn-ı tarikattır. Aralarındaki fark lâfızlardan ibarettir.&#;[9]

I &#; TASAVVUFÎ HAYATLA İLGİLİ SORULAR

A- SEYR U SÜLÜK MES&#;ELELERİ

İrşad ve tebliğ nedir? Mübelliğ kime denir?

İrşâd, da&#;vet ve tebliğ kelimelerini birlikte değerlendirmek gerekir. Davete konu olma açısından insanlık,   ümmet-i davet ve ümmet-i icabet olmak üzere ikiye ayrılır. Ümmet-i icabet kavramı Hz. Peygamberin davetini tanıyıp ona bağlanmış olanlar hakkında kullanılır. Ümmet-i davet ise henüz İslâmla müşerref olmamış kimseler hakkında kullanılan bir kavramdır. Davet ve tebliğ ise ümmet-i davete yapılan çağrılar hakkında kullanılır. Davet, islâmî gerçeklere çağrıdır. Tebliğ, Allah&#;ın emirlerini Allah&#;ın kullarına duyurmaktır. Tebliğ yapan kişiye mübelliğ denilir. Nitekim Kur&#;an&#;daki: &#;Sana düşen sadece tebliğdir.”[10] &#;R&#;abbının yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır (davet et)!”[11] âyetleri bu anlamları teyid etmektedir. Kur&#;anda rüşd ve reşed kalıplarında kullanılan irşâd ise dünyevî ve uhrevî istikamet vermek, yol göstermek anlamınadır. Bu itibarla irşadın muhatabı müminler, davetin muhatabı genellikle müslüman olmayan topluluk ve kişiler, tebliğin muhatabı ise hem müminler, hem de mümin olmayanlardır. Mübelliğ, insanlara dünya ve âhırete yönelik yanlışlıklarını
tamir ve tashih imkânı sağlar. Sûfilerin yaptığı hizmet daha çok irşâd faaliyeti olarak adlandırılır. Sûfiler irşâd hizmetinin yanısıra bazan gayr-ı müslim topluluklarda tebliğ görevi de üstlenirler. Bunlardan başka İslâm toplumlarında kötülüğün yayılmasını önlemek, hayrın yaygınlaşmasını sağlamak amacıyla &#;hisbe&#; adı verilen emr bilma&#;rûf ve nehy anilmünker görevi yapan bir teşkilât daha vardır. Bu teşkilât devletin kontrolündeki polis örgütü niteliğindedir. Tebliğ, davet ve irşâd, farz-ı kifâye hükmündedir. (Mürşid ve özellikleri için ayrıca bk Şeyh-Mürşid Meseleleri)

Seyr u sülük ne demektir?

Tasavvuf ve tarîkatlardaki eğitim ve terbiye işine verilen genel addır seyr u sülûk. Lügatte seyr gezmek, seyr etmek ve yürümek anlamınadır. Sülükise gitmek ve yola girmek demektir. Tasavvuf ıstılahında seyr, cehaletten ilme, kötü huylardan güzel ahlâka, kulun f anî varlığından Hakk&#;ın varlığına yönelmektir. Sülük, tasavvuf yoluna girmiş kişiyi Hakk&#;a vuslata hazırlayan  ahlâkî eğitimdir.  Bir başka ifâdeyle seyr u sülük, tasavvuf ve tarikata giren kimsenin manevi makamlarını tamamlayıncaya kadar geçeceği sahaların adıdır. Seyrin başı sülük; yani yola girmek, sonu da vusul; yani Hakk&#;a vuslattır. Hakk&#;a vuslat Allah&#;ı görüyormuşçasına kulluk (ihsan) şuuruna ermek, dâima Hakk ile beraber bulunduğu (maiyyet-i ilâhiyye) bilincini yakalamak, O&#;na teslim olup O&#;ndan razı olmaktır. Her iş ve fiilin gerçek failinin Allah olduğunu kavramak ve varlık iddiasından kurtulup gerçek tevhîde ermektir. Can mülkünde ve cihan mülkünde Hakk&#;ı hâkim kılmaktır.

Tasavvuf erbabında mutlaka herkesin seyr u sülûke girmesi gerekli olduğu ve intisâb edenin kurtulacağı anlayışı var. Bu doğru mudur?

Tasavvuf erbabının herkesin seyr u sülûke girmesi konusundaki gayretlerinin muhtemel iki sebebi vardır. Birincisi insanda fıtrî olan gayret duygusudur. Çünkü herkes mensup olduğu sosyal çevreyi sever ve insanların orada yer almasını arzular. İkincisi kendilerinin tarikat ve tasavvufa girmekle elde ettikleri manevi hazzı başkalarının da tatmasını arzu etmeleridir. Çünkü tasavvuf ve seyr u sülük, dînî hayatı bir model şahsiyet etrafında, toplum atmosferi ve manevi kontrol mekanizması içinde gerçekleştirdiğinden bir birliktelik ve paylaşım ortamı doğurmaktadır. Tasavvufta seyr u sülükte süreklilik ve devamlılık esastır. Tarikata girmekle iş bitmez. Adam vardır tarikata girmiştir ama tarikatın ve dînin kendisine yüklediği sorumlulukları yerine getirmediği için manevi açıdan tarikata girmeyenlerden daha geride olabilir. Ancak cemâat arasında bulunan böyle birinin uyarılıp düzeltilme şansı daha fazladır. Kulluk görevleri gereği gün yerine getirilmeden hiçbir bağlılık tek basına yetmez. Bâyezid&#;in müridlerine: &#;Bâyezid&#;in derisine girseniz onun ahlakıyla ahlaklanmadıkça bir işe yaramaz?&#; sözü bu anlamadır.

Seyr u sülük ve intisâb, dünyevi ve uhrevi kurtuluşun tek reçetesi değildir. Çünkü manevi kurtuluş, son nefese bağlıdır. Son nefeste iman selâmeti elde etmenin yolu, bu dünyada istikamet üzere yaşamaktır. Takvaya ermektir. İbâdet ve muamelâtta ihsan ve ihlâsta devamlılıktır. İnsan bunları hangi surette gerçekleştirebiliyorsa ona sımsıkı sarılmalıdır. Sûfîler bu duyguları seyr u sülük ile gerçekleştirdiklerinden bu konuda ısrarlı davranıyorlar.

İntisâb edip seyr u sülûke girmeyenin durumu çok mu vahimdir? İntisâb eden kişi, zayıf da olsa, bu halka içinde olduğu müddetçe kurtulur mu?

&#;  Gerek tasavvuf kaynaklarında, gerekse tarikat büyüklerimin söz ve sohbetlerinde intisâb edip seyr u sülûke girmeyen kişinin durumunun çok kötü olduğunu gösteren ifâdelere pek sık rastlanmaz. Ancak seyr u sülük ehlini istihfaf eden bazı kimselerin durumlarının vehametini gösteren rivayetlere rastlanabilir. Sadece intisâb etmiş olmak ve bunu bir varlık sebebi görmek doğru değildir. Allah&#;ın kullarını ve dostlarını sevmek, sevenlerle beraber olmak &#;Kişi sevdiğiyle beraberdir.&#; ilkesine göre manevi kazanç
sağlar. Nitekim Buhârî&#;nin rivayet ettiği uzunca bir hadiste Allah, kendisi için bir araya gelen ve zikreden kullarını bağışladığını; hattâ dünyevi bir amaçla o zikredenlerin arasında bulunan kimsenin de bu bağışlanmadan hissedar olduğunu belirtmektedir[12]. Bu hadis iyiler ve zikir ehli   arasında bulunmanın kurtuluşa vesile olacağını belirtmekte; bir bakıma iyiler ve zikir ehliyle birlikteliğe teşvik etmektedir. Tasavvuf erbabının ümidi, belki bu hadisteki ehl-i zikir ile birlikte bulunanlara gelecek rahmet müjdesidir.

“Dervişler öldükten sonra kabirlerinde seyr u sülûklerini tamamlar” deniliyor. Hatta bu söz Bahâeddin Nakşbend&#;e atfediliyor. Ne dersiniz?

-Ölüm kişinin amel ve dünya ilişkisini kesen bir vakıadır. Ölümden sonra amelin sona erdiği kitap ve sünnetle sabittir. Ancak, nasıl müminlerin cennette, kâfirlerin cehennemde ebedî olarak kalmaları niyyetlerine göre verilmiş bir karşılık ise, sülûke girmiş olan kimsenin sağlam bir niyyetle girdiği yolun ve amellerindeki devamlılığın afvına medar olması da niyyetlerine mukabildir. Müminlerin birbirleri hakkında hüsn-i şehâdetlerinin afv-ı ilâhîye medar olduğu hadis-i şerifle sabittir. Nitekim hayırla yâd edilen ve hakkında hüsn-i şehâdette bulunulan bir cenazenin ardından Allah Rasûlü üç defa &#;vâcib oldu&#; buyurdu. Daha sonra şerle anılan bir kimse hakkında da aynı şeyleri söyleyince kendisinden bunun hikmeti soruldu. Allah Rasûlü: &#;Hayırla yâdettiğinize cennet, şerle yâd ettiğinize cehennem vâcib oldu.&#;   buyurdu. Ardından üç defa:   &#;Sizler yeryüzünde Allah&#;ın şâhidlerisiniz.&#; dedi[13]. Sülûkün amacı kulluk, sonucu da Allah nasîb etmişse cennettir. Kabirde sülûkün tamamlanması ile ilgili bu söz, tasavvuf yolunda mürşid ile mürid arasındaki vefa ve sevgi duygusunun hüsn-i şehâdete medar olacağını,-bunun da âhırette işe yarayacağını göstermektedir. Bu hadis-i şeriften, vefatında müridin çevresinde toplanan mürşid ve ihvanın yapacağı bir tezkiyenin terfî-i derecât olacağı, seyr u sülûkünü tamamlamış olanların ecri derecesine ulaşacağı anlaşılmaktadır. Herhalde sözün söyleniş maksadı bu olmalıdır.

Şer&#;î açıdan yaşantısı düzgün olmayan, amelleri eksik bazı kimseler tarikata bağlanıyor ve Peygamberimiz&#;i gördüklerini iddia ediyorlar. Bu nasıl olur?

-Tarikat ve tasavvuf, şeriatı daha iyi yaşamaya yarayan bir eğitim sürecidir. Bu yüzden tarikata ilk giren herkesin her bakımdan mükemmel olmasını beklememek gerekir. Zaten bir mürşide intisâb eden kimselerden gerçek anlamda istifade ile kemale erip &#;velî&#; olabilenlerin sayısı mahduddur. Diğerleri o şemsiyenin altında hiç olmazsa &#;şakî&#; olmaktan kurtulmak için bulunurlar. Böyle bir mürşide intisâb etmemiş olsa çok daha
kötü işler yapması muhtemel olan bu kişiler, bu sayede kendilerini korumuş olurlar. Allah Rasûlü&#;nün ashabına bakılacak olursa orada da durumun aynı olduğu görülecektir. Bütün sahabilerin manevi kemali eşit değildir. Yıllar yılı Sevgili Peygamberimiz&#;in yanında bulunmuş Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali ile, adları bile duyulmamış sahabiler bir değildir. İçlerinde içki içen, zina eden ve namaz konusunda tenbellikleri olanlar da vardır. Ama faziletleri Efendimiz&#;i görmek ve ona teslim olup inanmaktı. Bu itibarla
bugün tasavvuf erbabı arasında şer&#;i bakımdan kusurlu insanların bulunmasını tabii karşılamak gerekir. Tabii olmayan bu hallerini beğenip bunu bir fazilet sananların durumudur. Ayrıca kalb ve ona bağlı olan sevgi, ile kusur ayrı ayrı şeylerdir. Kişi ibadet hayatı açısından kusurlu olur ama, gerçekten çok engin bir sevgi ile Allah Rasûlü&#;ne bağlı bir âşık olabilir. Bu aşkı sebebiyle onu rüyasında görebilir. Ama onun böyle bir rüya görmesi fazilet için yeterli değildir. Çünkü fazilet, ihlâslı amel ve takvadadır. Kimin ihlâslı, kimin takva ehli olduğunu tam olarak bilebilecek yalnız Allah Teâlâ&#;dır. Ayrıca Gazzali gibi bir kısım sûfiler, &#;mükâşefe halinde meleklerin peygamberlerin ruhlarının görülebileceğini&#; belirtirler.[14]

Tarikatta seyr u sülûke girmiş birisinin televizyon seyretmesi ve televizyona çıkması doğru mudur?

&#; Televizyon çağdaş bir iletişim ve etkileme aracıdır. Gücü herkesçe bilinmektedir. Maalesef bugün önemli ölçüde şerr yollarda kullanılmaktadır. Ama kötülük televizyonun bizzat kendisinden değil, programlarından kaynaklanıyor. Tasavvufi telâkkiye göre kalb ve zihni en meşgul eden, gözle görülen şeylerdir. Kalbin zikre yoğunlaşabilmesi için &#;nazar ber-kadem&#; yani bakışları ayak ucuna yoğunlaştırıp sağa sola bakınmamak tavsiye edilmiştir. Bunun amacı kalbi meşgul edecek şeylerin göz aracılığı ile kalb ve zihne girmesini önlemektir. Bu bakımdan da seyr u sülûke girmiş bir kimsenin televizyon seyretmeyi azaltması elbette yararlıdır. Televizyona
çıkmak meselesine gelince, televizyona çıkan bir tarik mensubu herhalde ümmete yararlı şeyler söylemek üzere çıkacaktır. Eğer öyleyse mesele yok. Ama başka amaçlarla ve mâ-lâ-yani için çıkacaksa elbette zararlıdır. Burada önemli olan program, söylenen söz ve verilen mesajdır.

&#;Şu tarikata gireceğim fakat şu adam olmasa&#; demek geçerli bir ma&#;zere t midir?

&#; Tasavvuf ve tarikat, bir gönül ve sevgi işidir. Kalb ısınmadan bağlılık olmaz. Tabii burada ısınmadan murad kalbin birinci derecede mürşide ısınmasıdır. Mürşide kalbî olarak ısındıktan sonra çevresinde hoşlanmadığı insanların bulunması ma&#;zeret olmamalıdır. &#;Gülü seven dikenine katlanır&#; derler. Mürşide olan sevgi, çevresindekinden nefrete engel olmalıdır. Çünkü insanların hoşlanmadığımız taraflarına katlanmak da manevi bir görevdir. Bilmek gerekir ki bu âlemde celâl tecellîsiyle cemâl tecellîleri dâima birliktedir. Bakınız Niyâzî  Mısrî ne güzel söylemiş:

Cemâli zahir olsa tîz celâli yakalar ânı

Görürsün bir gül açılsa yanında har olur peyda

Bir takım kimselerin varlığından rahatsız olmak, manevi eğitim ve sabırla aşılması gereken bir eksikliktir. Çünkü seven, sevdiğinin sevdiklerini sevmek, en azından onlara katlanmak borcundadır. Bu tür soğukluk ve sevgisizliğin neden kaynaklandığına da bakmak gerekir. Çünkü çoğu zaman bu tür şeyler nefsten kaynaklanır. Soğukluk nefsten kaynaklanınca, onu aşmaya çalışmak gerekir. Ancak bu soğukluk, o kişide bulunan ser&#;î kusur ve hatâlardan kaynaklanıyorsa o zaman işi dedikoduya vardırmadan kendisine veya mürşide duyurmak gerekir. Böylece kişinin içi rahat olur, görevini yerine getirmiş olur.

Tasavvufa girmeden önce belli dini eğitim almak gerekir mi?

-Tekke ve medreselerin ortaklaşa faaliyet gösterdiği dönemlerde kişiler önce medresede dînî öğrenim görür, ardından manevi eğitim için tekke ve tarikatlere intisab ederlerdi. Bugünün şartlarında bu pek mümkün görünmüyor. Bununla birlikte bugün işin bilincinde olan mürşidler müridlerine seyr u sülûke girerken önce ilmihâl öğrenmelerini tavsiye etmektedirler. Çünkü farz ve haramlar bilinmeden tasavvufun tarif ettiği zâhidâne hayatı yaşamak zordur. Türkçe&#;de kişinin gündelik hayatta lâzım olan bilgilere &#;ilmihal&#; adının verilmesi tesadüf değildir. Bu isim dînî
bilgilerin maneviyat ve hal ile beslenmesi lüzumunu göstermektedir. Bu bakımdan tasavvuf ve ilmihali birbirinden soyutlamadan öğrenmek ve birini diğerine alternatif görmemek gerekir. Önce temel fıkhî bilgiler öğrenilince İslâm tasavvufunu yasamak kolaylaşır.

Letaif nedir? Letâifin çalışmasında özel bir yöntem var mı?

-Letaif kelimesi lâtîfenin çoğuludur. İnsanın maddî kalb ile alâkası bulunan, ruh ve nefs gibi manevi varlığı için kullanılan cevheridir. &#;Lâtif,&#; esmâ-i hüsnâdandır. Lütufkâr anlamına geldiği gibi, ince, cismi olmayan, gözle görülmeyen anlamına da gelir. Nitekim: &#;Gözler O&#;nu idrak edemez. O gözleri idrâk eder. Lâtif dir. Habîr&#;dir.&#;[15] âyetindeki &#;Lâtif bu anlama, yâni gözle görülmeyen ama herşeyden haberdar olan anlamındadır. &#;Latife&#; de aynı kökten olup gözle görülmeyen anlamı taşır. Nakşbendiyye&#;de ruhun
altı lâtîfesi vardır. Bunlardan biri halk (yaratılış) âlemine, beşi emr âlemine âiddir. Emr âlemine âid olanlar: &#;Kalb, ruh, sırr, hafi, ahfâ&#;dır. Bunlara letâif-i hamse denir. Halk âleminden olan ise &#;nefs-i nâtıka&#;dır. Seyr u sülük sırasında önce emr âleminden olan letâif-i hamsenin sırasıyla zikre iştiraki sağlanır. Kalb, ruh, sırr, hafi, ahfâ denilen bu latifeler çalışmaya başlayınca sıra nefs-i natıkaya gelir. Bunların çalışma şeklini tarif edecek olan kimseler irşada mezun olanlardır. Bunların çalışmasında en önemli unsur sâlikin bunların zikrinde o bölgeye yoğunlaşabilmesi ve dış dünya ile irtibatını kesip kendi içine dönmesidir. Letaif bu yoğunlaşmaya bağlı olarak erken veya geç çalışmaya başlar. Ancak amaç letâifin çalıştırılması değildir. Belki huzûr-ı kalbe, şerh-i sadra; yani insanın göğsünün îman ve itminan ile genişlemesine
vâsıtadır. Emr âlemine âid olan letâifin mahalli sadır; yani göğüs kafesidir. Burada sol memenin iki parmak altında &#;kalb&#;, onun tam simetriği olan sağ memenin iki parmak altında &#;ruh&#;, sol memenin iki parmak üstünde &#;sırr&#;, onun simetriğinde sağda &#;hafi&#; ve hepsinin üstünde orta noktada &#;ahfâ&#; yer alır. Bu mahallerde vücudun kan ve sinir hareketiyle hafî olarak yapılan zikre katılır hâle gelmesi, letâifin çalışması ve dolayısıyla şerh-i sadrın gerçekleşmesi demektir. Şerh-i sadır ile beden zâkir hâle gelince insanın ihsana ermesi kolaylaşır. Çünkü hedef ihsan ve vuslat-ı ilâhiyyedir. Tabiî bu noktaya gelinceye kadar başka yapılacak görevler ve aşılacak merhaleler de vardır. Ancak soru sadece letâifi sorduğu için bu kadarla iktifa ediyoruz.

Avamdan bazı müridlerin letaifleri alenî çalışıyor. Buna mukabil ilmiye sınıfından olanların çalışmıyor. Sebebi nedir?

&#; Letâifin avamdan bazılarında alenî olarak çalışıyor olması, tek başına bir üstünlük sebebi değildir. Sadece kalbin zikir yeteneğini gösterir. Bu istidadın ibâdet, ihlâs ve güzel ahlâk ile birleşmesi kişide kemal yolunu açar. İlmiyye sınıfından kimselerin letâifinin diğerlerine göre daha geç çalışması kendileri için bir nakîsa olarak değerlendirilmemelidir. Zekâ gibi kalbin de yetenekleri şahıslara göre değişir. Ancak zekâsı gelişmiş ve zihnî kabiliyetleri öne çıkmış bir insandan kalbî faaliyetlerinin de aynı boyutta olması beklenerek yanlış yargıya varılıyor. Avamdan olan kişi sadece
kalbine yoğunlaştığı ve teslimiyyeti de fazla olduğu için belki daha çabuk yol almaktadır. İlnıiyyeden olan kişi, iyi bir biçimde kalbine yoğunlaşabilse o da sür&#;atle yol alır. İlim ve teslimiyyete dayalı sülük, erdiricilik bakımından diğerinden geri değil, daha ileridir. Fakat yoğunlaşma ve teslimiyyet her zaman aynı oranda mümkün olamamaktadır. Nitekim ilim ehlinden  kişilerin  teslimiyet  ve  yoğunlaşma  sayesinde   avamla kıyaslanmayacak bir sür&#;atte yol aldıklarının örnekleri tasavvuf tarihinde pek çoktur.

İlmiye sınıfı tarikatlara itiraz ediyor veya soğuk bakıyor. Avam hemen teslim oluyor ve mesafe kat&#;ediyor? Sebeb ve hikmeti ne olabilir?

&#; İlmiyye sınıfının tasavvuf ve tarikatlara bütünüyle soğuk baktığını söyleyemeyiz. Evet, erbâb-ı ilim arasında tasavvuf ve tarikatlara   karşı çıkanlar vardır. Ancak bunlardan her birinin tasavvufa karşı çıkış sebebi farklıdır:

a-     Bir grup tasavvufun ihtiva ve telkin ettiği hususları kabul etmekle birlikte tasavvuf gruplarında kendilerince gördükleri bir takım hatalar ile varlık ve âlem konusundaki vahdet- i vücûd ve vahdet-i şühûd gibi farklı düşünceler sebebiyle tasavvufu karşı çıkmakta; bazı grup ya da kişilerde gördükleri eksik ve hataları genellemektedirler.

b- Diğer bir grup ise ilmin insana verdiği güven, kendini beğenme ve kıskançlık duygusu ile tasavvuf ve tarikatlara karşı çıkmaktadır. &#;Benim bu kadar ilmim ve şu kadar eserim var, halk niçin benim değil de falan şeyh efendinin etrafında toplanıyor&#;, diye düşünmektedirler.

Aslında olaylara bakışta öncelikler son derece önemlidir. Mes&#;eleye kalbî hayat önceliği açısından bakanlar, tasavvufun ruhî bir derinlik gerektirdiğini farkederek öğrenmekle, yaşamak ve hazz almanın başka başka şeyler olduğunun farkına varmaktadır. Tasavvuf konusunda yanlış yargıların oluşmasında iki tarafın da kusuru vardır. Sûfiler yollarında bulunabilecek eksik ve kusurları tashihe gayret göstermeli, ilim erbabı da bir takım sûfiyye gruplarında gördükleri eksik ve yanlışları genelleştirmeyi bırakmalıdır. İki grup da kendini diğerinin alternatifi olarak görmekten vaz geçmelidir.

Yönelişleri kalbî hayat öncelikli avamdan insanlar, herhangi bir iddia sahibi olmadıkları için daha kolay teslim oluyor ve daha çabuk tevbeye yöneliyorlar. İlim ehli kişiler ve din hizmetlileri ise: &#;Nasıl olsa biz bir dînî hayatın içindeyiz, üstelik bu işin ilmini yaptık, okuduk ve okutuyoruz&#; düşüncesiyle hareket ederek böyle bir bağa lüzum görmemektedirler.

Tasavvufta zulmânî perdelerden nûrânî perdelere; gafletten zikre ermek için ne yapmak gerekir? Gönüldeki manevi temizlik nasıl yapılır?

&#;  Tasavvufta &#;hicâb&#; adıyla anılan ve kulun Allah ile yakınlığına engel olan perdeler genellikle zulmânî ve nûrânî hicâb olmak üzere iki adla anılır. Zulmânî hicâb, beden kaynaklı; tenle ilgili maddî perdelere denir. Nûrânî hicâb ise ruh kaynaklı hicâbdır. İnsan ruhu &#;Ben Adem&#;in yaratılışını tamamladığım zaman ona ruhumdan üfürdüm.”[16] âyet-i kerimesinin ifâdesine göre ilâhî menşelidir. İnsan ruhu ten kafesine girdikten sonra maddî ve zulmânî bir hicâb ile perdelenmiştir. İnsanın hamurunda &#;anâsır-ı
erbaa&#; denilen toprak, su, hava ve ateşten oluşan dört unsur vardır. Bunlardan toprakla su, zulmânî özelliğe sahiptir. Et ve kemikten meydana gelen insan vücûdunun temel unsuru toprak ve sudur. Bu yüzden tasavvufta zulmânî hicâb sayılan bedenin ve bedenî ihtiyaçların riyâzat ve mücâhede ile inceltilmesi gerekir.

Mücâhede ve riyâzat, bedenin ruhî ihtiyaçların önüne geçen taleplerini önlemede insana bağışıklık ve irâde gücü kazandırır. Çünkü bedenin zulmânî perdeleri tensel ihtiyaçların iradî kontrolü ile incelir. Bu sayede ruhun beden üzerindeki etkisi artarak zulmânî perdelerin ruhanî perdelere dönüşmesi sağlanır. Farzların yanısıra yapılan nafile ibâdet ve zikirler, ruhanî perdelerin incelmesini ve böylece ilâhî vuslatın gerçekleşmesini; kulun &#;Allah&#;ı görürmüşcesine kulluk şuuruna ermesi&#; ni sağlar. Kalb zâkir hâle gelince gaflet asgarî seviyeye düşer. &#;Maıyyet-i ilâhiyye&#; gerçekleştiği için gönüldeki manevî temizlik tahakkuk eder. Kulun gönlünde &#;ilâhî emirlere ta&#;zim ve yaratıklara şefkat duygusu&#; yerleşir.

Herhangi bir tarikatta gördüğümüz yanlış bir tavrı &#;Şüphelilerden kaçınmak&#; ilkesi çerçevesinde terk mi edeceğiz, yoksa kabul mü?

&#; Tarikata girmeden önce mürşid aramak ve gönlün ısınacağı bir mürşid ve şer&#;î ölçüleri kollayan bir tarikat bulmaya özen göstermek ilk görevdir. Önemli olan bu aşamada, karar vermeden önce istişare ve istiharelerle bir gönül doygunluğuna ermektir. Eğer başlangıçtaki araştırma faslı sağlam olursa bundan sonra vesvese az olur ve yanlış yollara girme endişesi olmaz. Ancak bununla birlikte daha önce de temas ettiğimiz gibi, haramları helâl, helâlleri haram sayan ve farzları bile işlemekten geri duran bir şeyhin bu tür
hata ve kusurları elbette ondan uzaklaşmayı ve yenisini aramayı gerekli kılar. Ama insanlar ve gruplar arasında farz ve haram gibi kat&#;î olarak bilinen şer&#;î ahkâmın dışında sosyal hayatla ilgili konularda farklı düşünce ve tavırların bulunması tabiidir. Bunları cemaattan uzaklaşma sebebi haline getirmek uygun olmaz. Ayrıca kusur arama saplantısından kurtulmak gerekir. Zaten sevgi olan ortamda kusur  aranmaz. Kusur aramaya başlayan kişilerde sevgi azalmış demektir. Böyle olunca da mürşidinden istifadesi zorlaşır, hattâ imkansızlaşır. Böyle zamanlarda gitmek, kalmaktan her iki
taraf için, daha iyidir.

Dört hak mezhebin imamlarının tasavvufla ilişkisi ne idi? Onların bu husustaki görüşlerinden bahseder misiniz? Bir de bu konuda &#;Numan&#;ın son iki yılı olmasaydı helak olmuştu!&#; sözü var. Bundan maksad nedir?

-Tasavvufu bir zühd, manevi bir eğitim, rabbânîlik ve ihsan manasına
aldığımız zaman dört mezhep imamını bunun dışında görmek mümkün değildir. Çünkü mezhep imamları ve hadis uleması hep belli bir zühdi hayatın içindedirler. Dünya tamaı, şöhret ve şehvet onların sür&#;atle kaçıp uzaklaşmaya çalıştığı hususlardır. İmam-ı Azam&#;ın kadılığı kabul etmeyişi, ticarî hayatta helâl kazanç tutkusu, İmam Mâlik&#;in Hz. Peygamber sevgisi, İmam Şafiî&#;nin zâhid ve safîlere karşı takdirkâr ifâdeleri, İmam Ahmed&#;in Kitâbu&#;z-zühd yazacak kadar zâhidlik tutkusu, hep bu özelliklerinden dolayıdır. Nitekim İmam Gazzâlî İhyâu ulûmi&#;d-din adlı eserinin başında ilmin faziletini anlatırken bu büyük imamların zühd ve takva hayatlarına da temas etmektedir. Tasavvufu tarikat ve şeyhe intisab ile seyr u sülük mânâsında düşündüğümüz zaman dört imam devrinde henüz bu mânâda bir sistem gelişmemişti.

İmam-ı Azam&#;a atfen menâkıb kitaplarında geçen ve Ca&#;fer-i Sâdık&#;ı tanıdıktan sonra hayatında meydana gelen manevi değişikliği anlatmak üzere rivayet edilen: &#;Son iki yılım olmasaydı Nu&#;mân helak olmuştu.&#; sözü kendisinin ilme güvenmek gibi bir hataya düşeceğini; ancak Hz. Ca&#;fer&#;i tanıdıktan sonra işin zühd ve takva boyutunun da farkına vararak bu vartayı atlattığını ifâde etmektedir. Bilindiği gibi Ca&#;fer-i Sâdık ehl-i beyt imamlarından ve tasavvuf ricâlindendir.

 

 

l- TARİKATLA İLGİLİ MESELELER

Tarikat nedir? Ne zaman ortaya çıkmıştır?

-Tarikat yol demektir. Fıkhî ve itikâdî konularda meydana gelen fırkalara mezheb denildiği gibi, tasavvufi eğitimde farklı metodlar uygulayan mekteblere tarikat denilir. Tarikatlar insanlardaki meşreb farklılığından kaynaklanır. Tasavvufta tarikat kavramının kullanılması h. III. ve IV. Asırlarda başlar. Ancak bugünkü anlamıyla bir şeyhin etrafında toplanan müridânın tekke ortamında muhtelif usullerle eğitilmesi anlamına tarikat, Abdülkadir Geylânî ve Ahmed Rifâî&#;nin yaşadığı h. VI. m. XII. Asırlarda ortaya çıkmıştır. Tarikatlar irşâd usullerine göre genellikle üçlü bir tasnife
tabi tutulmuştur: Ahyâr, ebrâr ve şuttâr.

Ahyâr tarîki: Amel ve ibadete düşkün olanların yoludur. Bu yolun sâlikleri genellikle farzlar ve nafile ibâdetlerle Hakk&#;a ulaşmaya çalışırlar. Bu yola ruhanî yol da denilir. Çünkü bu yolda ruhun nafile ibâdetlerle güçlenip nefsi etkisi altına alması esastır. Ebrâr tariki: Riyâzat ve mücâhede yoludur. Bu yola nefsânî tarik da denilir. Çünkü amaç riyâzat ve mücâhede ile nefsi zaafa uğratıp onun ruha ram olmasını sağlamaktır. Bu yolun yolcuları Hakk ile muamelede de halk ile muamelede de sıdk üzredirler. Gönül saflığına ermek için mücâhedeyi esas alırlar. Şuttâr tariki: Aşk ve muhabbet ehlinin yoludur. Bu yola aşk, vecd ve coşku ile girilir. Aşk ile ülfeti olmayan bu tarîka sülük edemez. Bu yolun yolcuları Bâyezid gibi coşkulu, taşkın, Mevlânâ gibi âşık insanlardır.

Tarikata girmek isteyene verilecek öğütler nelerdir?

-Tarikata girmek isteyen kişi önce bu konudaki niyyetinin sağlamlığını tartmalıdır. Niyyetinin sağlamlığını anladıktan sonra yukarıda anlatılan tariklardan hangisinin kendi fıtratına uygun olduğuna bakıp gönlünün ısındığı bir mürşid aramalıdır. Bulunca hemen istişare ve istihare ile sağlam bir kanaat oluştuktan sonra intisab etmelidir. Çünkü tarikata intisabda manevî bir taahhüd ve sözleşme yapıldığından bir daha bu verilen söze bağlı kalmaya ve alınan ders ve evradı yerine getirmeye özen gösterilmelidir.

Zâhirî ilim erbâbının illâ tarikata girmesi gerekir mi?

-Böyle kesin bir kural yoktur. Ancak tasavvuf ile zahiri ilim birbirini bütünleyen şeylerdir. Zahir ve bâtın konusuyla ilgili bazı meseleler hakkında ileride “Tasavvufi Bilgi Meşeleri&#; bahsinde açıklamalar verilecektir. İlim erbabının manevi kemâli tamamlamak üzere ahlâkî ve manevî açıdan kendisinden üstün gördüğü birine intisab etmesinde yarar vardır. Çünkü sadece ilim, ruhî itmînan için yeterli değildir . Ayrıca bir mürşide intisab eden ilim adamı, kendisinden üstün birinin varlığını kabul etmek suretiyle nefsinin önemli bir direncini kırmış sayılır. İnsanın bir şeyi sadece öğrenmesi yetmez; bir de öğrendiğinin nasıl yapılacağını öğrenmek gerekir. Bunun yolu, bu işi gerçekleştirmiş birinin eğitiminden geçmektir. Kur&#;an ve diğer kitaplarla birlikte bir de onların uygulayacısı bir peygamberin gönderilmesi insan tabiatında bulunan görerek ve uygulayarak öğrenme meylinden kaynaklanmaktadır. İnsanoğlu soyut (mücerred) konu ve kavramlarla hükümleri, somut (müşahhas) şeyler kadar rahat kavrayamaz. Bu yüzden örneğe ihtiyâcı olur.

Bütün bunlara rağmen bir tarikata girmek istemeyen ilim adamım illâ girmesini gerektirecek bir hüküm olmadığını tekrarlayalım. Çünkü bu iş gönül ve sevgi meselesidir.

Ümmînin, fıkıh öğrenmeden tasavvufa girmesi caiz midir?

-Avamdan insanların okuma yazma bilmeyen kimselerin tarikata girmelerinde hiçbir mahzur yoktur. Ancak böyle bir manevi ihitiyac hisseden kişi önce ilmihalini öğrenmeli, ondan sonra tasavvuf ve tarikatın emirlerini yerine getirmelidir. Zaten müteşerri tarikatlarda müridin intisabından sonra fıkhî bilgilerini artırmak için bir tavsiyede bulunulur. Hattâ eskiden tekkelerde bu anlamda dersler okutulurdu. Bugün tekke ortamı olmadığına
göre şeyhler ve görevlendireceği kişiler, ihvana zarûrât-ı dîniyyeyi öğretmelidirler. Din, temel bilgiler olmadan sağlıklı biçimde yaşanamaz.

Tarikatların farklı isim almaları neden kaynaklanmaktadır? Kaç tane hak tarikat vardır? Bugün bu tarikatların devamı var mıdır?

&#;  Tarikatlar genellikle kurucularının adlarıyla anılmaktadır. Bazıları ise öne çıkardığı bazı temel prensipler sebebiyle o adı almıştır. Meselâ Halvetiyye tarikatı eğitim sisteminde kırk günlük &#;halvet&#; konusuna, Celvetiyye tarikatı halvetin zıddı; halkın arasında bulunmak anlamına gelen &#;celvet&#; konusune önem verdiği için bu adla anılmıştır. Bir tarikat, ya da meşreb olduğu tartışmalı olan Melâmiyye ise &#;melâmet&#;i öne çıkaran bir meslek ve tarikattır. Melâmet, nefsi levm etmek ve kınamak demektir.
İnsanın övülecek ve takdire lâyık görülecek meziyetlerini gizleyip halkın kınamasına fırsat vermek için hata ve kusurlarını gizleme lüzumu görmemesidir. Bu sayede nefsin marazlarından kurtulmak ve onun gizli bir takım tutkularına prim vermemek amaçlanır. Çünkü nefs insanların takdir ve alkışlarına çabucak kanar.

Tasavvufta &#;Allah&#;a giden yollar mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.&#; anlayışı sebebiyle tarikat sayısında bir sınırlama yoktur. Hattâ &#;tarikat insanların sayısınca değil, nefesleri sayısıncadır.&#; denmiştir. Çünkü insan her an, içinde bulunduğu tecellîye göre ayrı bir biçimde Allah&#;a yaklaşabilir.

Tarikatların hangilerinin hak, hangilerinin bâtıl olduklarını isimlendirerek tesbit mümkün değildir. Ancak bunun için bir kural koymak en sağlam yoldur: &#;İtikadı bakımdan kitap ve sünnete bağlı, ehl-i sünnet ve&#;1-cemaat anlayışını benimseyen, ibâdet ve muamelâtta İslâm&#;ın temel esaslarını uygulayan ve manevi bir silsileye sahip mürşidler tarafından temsil edilen tarikatlar hak tarikatlardır.&#; Tarihte bu anaçizgiden koptuğu kabul edilen başlıca tarikatlar arasında Kalenderîlik, Hayderîlik ve bazı dönemlerde Bektaşîlik sayılabilir. Kadiriyye, Rifâiyye, Şâziliyye, Nakşbendiyye, Kübreviyye, Halvetiyye, Sühreverdiyye, Yeseviyye, Mevleviyye, Bedeviyye, Desûkıyye, Bayrâmiyye, Celvetiyye ve benzeri diğer tarikatlar tarih boyunca etkinliği olan önemli tarikatlardır. Bunlardan Kadiriyye, Rifâiyye, Şâziliyye, Nakşbendiyye, Halvetiyye, Desûkıyye ve Bedeviyye Mısır, Kuzey Afrika, Kafkaslar ve Balkanlarla ülkemizde kısmen devam etmektedir. Bektaşilik Arnavutluk, Makedonya ve Türkiye&#;de yaşayan tarikatlar arasında sayılabilir. Ülkemizdeki Bektaşilik, Alevilik ile birleşerek bir mezhep ve meşrep olarak yaşamaktadır. Tarikatların devlet kontrolünde sistematik bir biçimde devam ettiği ülkelerin başında Mısır gelir.

Kişilerin dînî noktada istenilen yere gelmeden tarikata girmesine asıl bakıyorsunuz? Sizce her insan istediği zaman tarikata girebilir mi?

&#; &#;Kişilerin dînî noktadan istenilen yere gelmesi&#; tabiri ile kasdettiğiniz bilgi seviyesi ise, elbette zaruri bilgiler öğrenilmelidir. Ancak bundan İslâm&#;ı yaşamak kasdediliyorsa bir önceki soruda bu konudaki düşüncelerimizi belirtmiştik. Kişi ruhen ve manen kendisini hazır hissettiği zaman tarikata girebilir. Buna mani bir hüküm yoktur. Önemli olan kalben hazır olmaktır. Tasavvuf ve tarikatı hiyerarşik bir yükseliş sonucu varılan bir nokta gibi görmemek gerekir. Çünkü tasavvufun içinde hiyerarşik bir yapılanma varsa bile, giriş için böyle bir şart sözkonusu değildir. İnsan istediği zaman tarikata
girebilir.

Çeşitli tarikatların durumlarını geçmişteki uygulamalarıyla kıyaslar mısınız? Sizce tarikatların şu anki mensupları kendi tarikatlarının özünü yeterince kavrayabiliyorlar mı?

-Tarikatların şu anki durumlarını geçmişteki uygulamaları ile karşılaştırdığımız zaman elbette farklılıklar olduğu görülecektir. Bir kere belli ülkelerde tarikat ve tekkelerin devlet eliyle kapanması, bazılarında da yayın yoluyla etki alanının daraltılması sistemde bir takım boşlukların meydana gelmesi sonucunu doğurmuştur.   Halk arasında bir söz var: &#;Marifet iltifata tabidir. Muhterisiz meta zayidir.&#; Tarikatların devlet eliyle
kapatılması ve etkisinin azaltılması bu müesseselerin gelişmesini engellemiştir. Nasıl bir memlekette kırk yıl tıp fakülteleri kapanınca ortada doktor kalmazsa, bugün aynı şey tekkelerin başına gelmiştir. Ancak doktorluk bir ihtiyaç olduğundan nasıl halk bu ihtiyacı ehliyetine bakmadan muhtelif yollardan karşılamaya çalışırsa, tarikatlarda da kısmen aynı şey olmuştur. Tasavvufi sistem kendi bütünlüğü içinde işlemeyince insanlar bu
fıtri meyli tatmin için kimi zaman ehliyetine bakmadan bu adla ortaya çıkan insanların etrafında toplanmışlardır. Bu yüzden tarikat adına, nezaheti içinde
faaliyet gösterenler bulunduğu gibi, bu işe ehil olmayan; hatta istismarcı konumunda bulunanlar da vardır. Ülkemizde pekçok tarikatın silsilesi fiilen sona ermiştir. Devam edenleri de bir takım eksikler taşımaktadır. Ama eksik ve kusur var diye müesseseleri red yerine, süreci içinde ıslah yollarını aramak en güzel çözümdür. Tasavvuf nazariyatının üniversitelerimizde okunup bir takım ilmi araştırmaların yapılması ve bu konuda sevindirici bir takım yayınların mevcudiyeti, bu kurumların istikbali açısından iyi işaretler vermektedir. Sorunuzun ikinci kısmındaki &#;şu anki tarikat mensuplarının
kendi tarikatlarının özlerini yeterince anlayıp anlamamaları&#; meselesine gelince, az da olsa tarikatlarının özünü anlayan ve tasavvuf yolunun verilerinden yararlanmaya çalışan tarikatlar var. Ama bu işin bilincinden mahrum, hatta bunu bir gösteri statüsünde görenler de az değil.

Ehl-i tasavvufun bugün hangi gayr-i muslini ülkelerde faaliyetleri vardır ve bunlar hangi müslüman ülkelerden gitmektedir?

&#;  Ehl-i tasavvufun İslâm&#;ı tanıtma konusunda en canlı biçimde faaliyet gösterdikleri ülkelerin başında Fransa, İspanya, İngiltere ve Amerika gelmektedir. Bu ülkelere genellikle Kuzey Afrika&#;dan; Cezayir ve Mısır&#;dan tasavvuf ehli kimseler ulaşmaktadır. Amerika ve Kanada&#;da faaliyet gösteren tarikat zümreleri arasında Mısır, Pakistan ve Kuzey Afrika menşelilerin dışında az da olsa Türkiye&#;den gidenler de vardır.

İslâmiyetin tarikat ve tekkeler vesilesiyle yayıldığı bir gerçektir. Günümüzde Avrupa ve benzeri ülkelerde bu nasıl gerçekleştirilebilir?

-Tarikat ve tekkelerin İslâm&#;ın yaşanması ve korunmasında olduğu kadar yayılmasında da son derece etkili olduğu bugün herkesçe kabul edilen bir gerçektir. Özellikle gayr-i muslini diyarlarda; İslâm mücâhidlerinin ulaşamadığı yerlerde tekke ve dergâhlar açan tarik mensupları İslâm&#;ın yayılması konusunda çok etkili olmuştur. Bugün insanlığın yeniden din ile tanışma arzusuna düştüğü yüzyılımızda insanları İslâmla tanıştırmak için tarikat mensubu dervişlerin faaliyetlerine çok ihtiyaç vardır. Bunun en güzel yolu bir meslek ve işadamı statüsündeki gönül ehli kişilerin gidecekleri yörelerin dillerini öğrenerek feragatle çalışmaları ve bölge insanlarına ulaşmalarıdır. Bugün Batı insanının en önemli sıkıntısı ferdiyetçiliğin ortaya çıkardığı yalnızlıktır. Herkes &#;ben&#; ve birey merkezli düşünüp yaşadığı için buralarda İslâmın &#;îsâr ve paylaşım&#; anlayışı son derece etkili olmaktadır.
Batı&#;da ve Ortaasya ülkelerinde din açlığı gözle görülür noktadadır. İslâmın hoşgörü ve kardeşlik ilkesi son derece ilgi uyandırmaktadır. Bunun için müslümanların maddi ve manevi bir fedakârlığa soyunması ve bu anlamda tebliğ grupları oluşturması gerekmektedir. Oralarda tebliğ ve davet faaliyeti yaparken bunun bir mesleki faaliyetle içice yürütülmesi daha etkili ve yararlı olur. İnsani yardım türü maddi katkılar etkiyi daha da artırır. Bugün bunun ters örneklerini Endonezya&#;da görmekteyiz. milyon civarındaki
nüfusunun % 90&#;ı müslüman olan bu ülkenin insanları, açlık sebebiyle hıristiyanlaşma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Azerbaycan&#;da, Kırgızistan&#;da ve Kırım&#;da misyonerle Krişnalar kol gezmektedir. Bizim elimizde tasavvuf ve tarikat gibi denenmiş ve sonuç alınmış müessese varken bundan yararlanmamak gerçekten acı verici. Bir de Suudi Arabistan gibi bazı ülkelerden gelen kişilerin tasavvuf ve tarikatlar aleyhine yaptıkları menfi propagandalar işin cabası.

Bugün dil bilen ve dini iyi anlatabilecek derviş gönüllü insanların Doğu&#;da ve Batı&#;da yapabileceği çok hizmetler var. Müslümanların bu konuda altyapı oluşturup faaliyete geçmeleri gerekir. Hele son yıllarda istemesek de Türkiye&#;nin Avrupa Birliğine üyelik sürecine girmiş olması iyi değerlendirilirse İslâmın tanıtılmasına ve yayılmasına yarayacak bir ortama dönüştürülebilir. Tasavvufun irşad fonksiyonundan burada da yararlanmak mümkündür.

Bugün tasavvııfî cemaatlerde görülen sarık, cübbe ve sakalın hizmette bir engel olduğu konusundaki düşünceleriniz nelerdir?

&#;  Tasavvuf insanları nıeşreb farklılığına göre eğiten bir kurumdur. Bu yüzden tasavvuf grupları arasında sosyal olaylara bakışta olduğu gibi, kılık kıyafette de anlayış farklılıkları vardır. İlk devir sûfilerinin tâc ve hırka merakı aynı yüzyıllarda &#;melâmet&#; meşrebine sahip bir takım insanların tepkisini doğurmuştur. Melâmet meşrebine mensûb olanlar, sûfilerin kisvelerine mukabil bilinmezliği ve nefsi kınamayı öne çıkarmışlar, ihlâsa
ermekten çok, riyadan kurtulmayı prensip edinmişlerdir. Kılık kıyafet ve kisvenin halkın takdir ve tebcilini çekip nefse pay çıkarılabileceğini düşünerek kisve üzerinde duranlara karşı çıkmışlardır. Bununla birlikte tasavvuf ve tarikat gruplarının kendilerini tanıtan bir bakıma bir üniforma gibi tarikatlara ve tekkelere göre değişen taç ve hırka tabir edilen kisveleri de olmuştur. Binâenaleyh kisve ve sakal konusunu öne çıkarırken ve bu konuya karşı çıkarken önemli olan niyyettir. Bu işin bir ortayolunu bulmak gerekir.
Sakal, sarık ve cübbenin sünnet oluşu gerçeğini unutmamalı ve iki grup da tavır ve davramşlarındaki ölçüsüzlükler ile birbirlerini rahatsız etmemeli ve birbirinden rahatsız olmamalıdır. Sakallı müslümanlar, illâ sakal diye tutturup sakalsızları taciz etmemeli, sakalsızlar da onların hallerinden şikâyetçi olup &#;bunların bu hali müslümanlara zarar veriyor&#; diye düşünmemelidir. Çünkü her grubun kendine göre hitâb edip etkili olacağı bir çevre ve grup vardır. Gruplar birbirleriyle uğraşmayı bırakıp hizmete yönelmelidir.

Gerçekten ehl-i tasavvuf olan bir müminle, tasavvufla hiç alâkası olmayan bir mü&#;minin arasında ma&#;nevî derece bakımından fark nedir?

-Gerçekten ehl-i tasavvuf olan bir müminle tasavvufla hiç alâkası olmayan müminin arasındaki manevi derece farkını Allah nezdindeki derecesi açısından soruyorsanız, o konuda kullar olarak bizim birşey söyleyebilmemiz mümkün değildir. Ama kişinin içinde bulunduğu manevi duygular ve huzur ile iç dünyasını koruma açısından soruyorsanız o zaman bir takım şeyler söylenebilir. Kişileri tasavvuf ve tarikata girmeye sevkeden sebep genellikle İslâm&#;ı daha iyi yaşama kaygısıdır. Tarikata giren kimse, tevbe ile Allah&#;a kul olmaya çalışacağını bir Allah dostu önünde tescil ediyor. Elbette böyle bir sözleşme insanı avarelik ve başıboşluktan kurtarır. Çünkü insan kendi kendine verdiği sözlere genellikle pek uymaz. Ama birini şahid tutarak verilen söz daha bağlayıcıdır. Mürşidiyle zaman zaman görüşerek evrad ve ezkârı ile manevi halleri hakkında bilgi verecek olan ehl-i tarik, en azından kontrollü hareket etmeye alışacaktır. İnsanın şu veya bu şekilde bir manevî kontrol mekanizması ile hayatını murakabe altına alması mümkün olmadığı zaman, yaşadığı çevrenin etkisiyle dînî ve manevî duyarlılığının kaybolduğu görülmektedir. Hayatın zorlukları ve olayların insanda bıraktığı izleri izâle etme ve bir takım dış etkilere karşı direnme gücü kazanmada bir şeyhe bağlı olan, diğerlerine göre daha şanslıdır. Çünkü sıkıntısını paylaşacağı bir mürşidi ve ihvanı vardır. Tasavvufta eğitimin sürekliliği esastır. İnsanlar inandığı gibi yaşamaya teşvik edilir. Çünkü inandığı gibi yaşamayan insanlar zamanla yaşadıklarını benimsemeye ve yaşadıklarına inanmaya başlarlar. Pekçok hassasiyetlerini kaybederler.

Bedîuzzaman hazretleri &#;üveysi&#; olarak yaşamıştır. Onun gerçek şakirdleri de bilerek veya bilmeyerek &#;üveysî-meşreb&#; midirler?

&#;  Bedîuzzaman&#;m &#;üveysîliği&#; meselesine geçmeden önce üveysîliğin ne olduğunu söyleyelim: &#;Üveysîlik bir mürşidden, görüşmeden manevi yolla; rüya tarikıyla feyzalmaktır.&#;   Hz. Peygamber devrine yetiştiği halde O&#;nunla görüşme şerefine eremediği için sahâbî unvanını alamayan Üveys Karenî&#;ye nisbetle ortaya çıkmış bir kavramdır. Daha sonra mürşidini görmeden manevi yolla feyzalanlara bu zâtın adına nisbetle &#;üveysî&#; denmiştir. Bedîuzzaman&#;m hangi mürşidle, manevi yolla görüşüp bu unvanı
aldığım bilemiyorum. Ancak kendisinin tasavvuf ve tarikata uzak olmadığı hatta bazı şeyhlerden tarikat dersi aldığı bilinmaktedir. Meselâ yaşadığı devirde &#;mecli-i meşâyıh&#; reisliği yapmış funduszeue.info&#;ad Erbilî, onun intisâb ettiği kişilerdendir. Üveysîlik kavramının özel anlamı dikkate alındığında bütün Risâle-i nur şâkirdlerini üveysî saymak mümkün değildir.

Bedîuzzaman Risaleler&#;inde tasavvufu bir meyva; tasavvuf ehli ise Ankara&#;dan İstanbul&#;a gitmek için bir vasıta olarak tanımlıyor ve bu zaman da kişinin mutlaka bir yere bağlanması gerektiğim savunuyor. Ne dersiniz?

&#;  Bedîuzzaman&#;m tarikatı meyva, tarîkat erbabının ise tarikatı maksada götüren yol olarak görmesi birbiriyle çelişkili değildir. Sadece bakış açılarının farklılığından kaynaklanan yorumlardır. Bilindiği gibi tasavvufun iki boyutu vardır. Bunlardan biri tahalluk; yani eğitim ve terbiye, diğeri tahakkuk; yani ma&#;rifet ve bilgidir. Tarik erbabı tasavvufun eğitim boyutuna bakarak onu mutlak hakikata götüren bir araç olarak görmektedir. Bedîuzzaman ise Tasavvufun tahakkuk tarafına; marifet ve bilgi tarafına bakarak onu meyva olarak değerlendirmektedir. Çünkü tasavvufun gayesi
.insanı gerçeğe erdirmek ve marifet meyvasına ulaştırmaktır.

Bir cemaat: &#;Artık tarikat zamanı değildir. İmanı kurtarma zamanıdır.&#; diyerek tarikat ve tasavvufa karşı çıkıyor. Neler söylersiniz?

&#;  Bu sözün söylendiği zamanki dünya şartları son derece önemlidir. Bu söz XX. yüzyılın ilk yarısında söylenmiştir. Bilindiği gibi, XIX. yüzyıl ve XX. yüzyılın ilk yarısı pozitivist ve materyalist düşüncenin egemen olduğu yıllardır. Pozitivizm ve materyalizm bu yüzyılın insanlarına, insanlığın ulaştığı son nokta olarak takdim edilmiş, din ve metafizik düşünce adetâ öcü olarak gösterilmiştir. Doğu Avrupa ülkelerinde komünizm, Batı Avrupa ülkelerinde materyalizm, insanlığı ateizme sürüklemiş ve insanoğlu Allah&#;ın evinden kaçmıştır.

Bizim ülkemiz de XIX. yüzyıldan itibaren bu rüzgârların etkisi altında kalarak ateizmin eşiğine kadar gelmiştir. Din, devlet eliyle toplum hayatının dışına itilmiş, dine ve dindarlara adetâ ölümünü bekleyen vebalı hasta gözüyle bakılmıştır. İnananların böylesine horlandığı bir ortamda elbette yapılacak tek şey insanların imanlarını kurtarmaktır. Tekke ve tarikatların bile kapatılıp hizmetten men&#;edildiği bir ortamda insanlara götürülebilecek en önemli din hizmeti, imandır. Böyle zamanda en kutsal dâva, imanı kurtarma davasıdır. Aslında o devrin eli kalem tutan sûfî müelliflerinin yaptığı da o istikamettedir. Nitekim İsmail Fennî Ertuğrul gibi sûfî bir müellif Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlali, Hakikat Nurları ve Küçük Kitapta Büyük Mevzular adlı eserleriyle; Filibeli Ahmed Hilmi, Maddiyyûn Meslekinin Dalâleti adlı eseriyle buna çalışmıştır.

Tasavvuf, İslâmî hayatın zirve noktasıdır. İmanın ihsan kıvamında yaşanmasıdır. İmanın tehlikede olduğu bir dönemde böyle bir sözü, özellikle genç ve entellektüeller için son derece makul görmek gerekir. O günün öncelikli konusu iman idi. Ama bugün bütün dünyada yeniden dine ve İslâm&#;a dönüşün hızlandığı bir dönemde tasavvuf ve tarikatların önemini görmezden gelip karşı çıkmak yanlış olur. Bu görüşün sahipleri tasavvufa karşı değillerdi. Yaşadıkları dönemin öncelikli konusunun tasavvuf olmadığı inancmdaydılar. Onlar bugün yaşasaydı, gelişen şartlar çerçevesinde tasavvuf öncelikli hizmetlere ağırlık vereceğini sanıyorum. Nitekim bugün geniş bir kitleyi yönlendiren saygın bir hocaefendinin yazılarında tasavvuf öncelikli konulara ağırlık verdiği görülmekte, çevresindeki gençlere de tasavvuf öncelikli tavsiyelerde bulunduğu duyulmaktadır. Bu bakımdan bu sözü söylendiği devir için doğru ve geçerli görmekle birlikte, bugün için geçerli olmadığını düşünüyorum.

“Bütün tarikatların sonu, Nakşibendiyyenin başıdır” sözünün tefsiri nedir?

Bu söz, Nakşbendiyye&#;nin diğer tarikatlara üstünlüğü iddiasından çok diğer tarikatların eğitim sistemi ile bu tarikatın eğitim sisteminin farklılığını vurgulamaktadır. İmam-ı Rabbânî&#;nin Mektûbât&#;mın muhtelif yerlerinde
değişik açıklamalarla zikredilen bu söz, tarikat gayretiyle diğer tarik mensuplarını aşağılamak amacıyla söylenmiş bir söz değildir[17] Nakşbendiyye ruhanî bir tarikattır. Diğer tarikatların aşağı yukarı tamamı nefsânî yolu izler. Ruhanî tarikat, özelliği gereği, işin başında nefsânî tarikatlarda işin sonunda tadılabilecek bir marifet tadı vermektedir. Nefsânî tarikatlarda nefsin etkisini azaltmak amacıyla riyazat ve mücahede usulü uygulanır. Seyr u sülûkün tamamlanmasından sonra riyazat sona erdiğinden yeme ve içmedeki tahdid
kalkar. Nakşbendilikte ise nefsânî tarikatlar ölçüsünde riyazat olmadığından salik işin başından beri yemekle ilgili bir riyazata tabi tutulmaz. Diğer tarikatlarda riyazat ve  mücâhededen  sonra gerçekleşen  sohbet, Nakşbendîlerin yolunun ilk esasıdır. Dolayısıyla diğer tarikatların sonda geldiği nokta onda başlangıçtan itibaren vardır. Diğer tarikatların başından sonuna uyguladıkları cehri zikir, Nakşilikte sadece başlangıç halinde bulunur. Binâenaleyh bu sözü mensubiyet gayretiyle söylenmiş bir mutlak üstünlük olarak değil, metod farklılığı olarak görmek gerekir.

Nakşbendiyye&#;de Allah&#;a vasıl olmanın en kısa yolu nedir?

-Nakşbendiyye tarikatında Allah&#;a vâsıl olmanın en kısa yolu sohbet, hizmet ve rabıta olarak özetlenebilir. Sahabîleri yetiştiren Allah Rasûlü&#;nün sohbetidir. Bu sebeple Şâh-ı Nakşbend hazretleri: &#;Tarîk-ı mâ der-sohbet est&#; Bizim yolumuzun esası sohbettir, buyurarak Nakşîlikte mürşid ile sohbetin önem ve yetiştiriciliğine dikkat çekmiştir. Sohbet, mürşidin huzurunda olmaktır. Rabıta ise kalben mürşidle beraber olmak ve gönüldeki sevgi ile ona benzemeye çalışmaktır. Hizmet ise Allah&#;ın kullarına yapılır. Beşeri ilişkilerinde bu duyguları gerçekleştiren bir sûfî, hafi zikir ve nafile ibâdetler sayesinde ihsan duygusuna erecek bir olgunluğa erişerek vuslatı gerçekleştirmiş olur. Çünkü ihsan vuslat ve maiyyet demektir. Tabii bunların gerçekleşmesi için sâlikin letâifini zâkir hale getirmesi, ardından zikr-i sultanî, ve murakabe dersleriyle Kur&#;an&#;da anlatılan biçimde Allah Teâlâ&#;yı murakabe ve kendisininin Hakk&#;ın murakabesi altında olduğu bilincine varması gerekir. Bütün bunlar nazari olarak değil tatbiki olarak ehliyetli bir mürşidden öğrenilir. Ayrıca Şâh-ı Nakşbend hazretlerinin şöyle bir sözü nakledilir: &#;Bize göre namaz ve oruç Allah&#;a götüren yol olmakla birlikte en kısa ve en kestirme yol &#;nefy-i vücûd&#;dur. Nefy-i vücûd bedenî ve beşerî ihtiyaçların Allah&#;ı unutturmasından kurtulmak demektir. Bu gerçekleşmeden yalnızca namaz, oruç, gaflet ve nisyanı giderecek derecede vuslata yetmez.&#;[18]

Hangi tarikat, hangi meşrebdekilere daha uygundur? Bunu tesbit etmenin en kestirme yolu nedir?

&#; Tarikatların meşreplere göre farklılık arzettiğini daha önce de belirtmiştik. Meselâ cehrî zikri esas alan tarikatlar ile hafi zikri benimseyen tarikatların müntesiplerinin farklı karakter yapısında kişiler olacağı açıktır. Cehrî zikri esas alan tarikatlar, dışa dönük taşkın yapılı insanların karakterlerine daha uygundur. Hafi zikri esas alan tarikatlar ise ruhi derinliği daha fazla olan, içe dönük ve hassas yapıya sahip kişilere daha uygundur. Bununla birlikte bu konuda kesin bir kural vaz&#;etmek mümkün değildir. Bu işin en kestirme yolu intisab etmeden önce kişilerin tarikat ve mürşidleri
görüp onlarla bir süre ülfet etmeleridir. Çünkü her tarikat ve şeyhte tecelliler ayrı ayrıdır. Bu ülfet ve görüşme insana meşrep uygunluğu konusunda fikir verir.

Müteşerri bir tarikata girip: &#;Feyz alamadım?&#; diye başka tarikata geçmek doğru mu? Feyz alamamak kendimizle mi, yoksa tarikatla mı alâkalı?

-Mürşid hekim gibi olduğundan onun verdiği reçete uygulanmalıdır. Reçete uygulandığı halde hastalık tedavi edilmeyince nasıl bir başka doktora başvurmak gayet tabii ise, manevi reçetesi uygulanan ve sonuç alınamayan bir tabîb-i mürşidi bırakıp diğerine geçmek caizdir. Ancak ayrangönüllü davranıp bir ona bir buna koşmak ve hele hele tavsiyelerini tutmadan &#;feyz alamadım, istifâde edemedim&#; demek ve şeyh değiştirmeğe kalkışmak uygun olmaz. Bu tür sözler insanın kendi kendini kandırması olur.

2- MÜRŞİD &#; ŞEYH İLE İLGİLİ MESELELER

Kâmil mürşid kime denir? Kâmil bir mürşide bağlanmanın hükmü nedir? Farz mı, vacib mi, sünnet mi? Şeyhe bağlanmamak kişiye ne kaybettirir? Gerçek mürşid nasıl aranır ve tanınır, özellikleri nelerdir?

-Mürşid rehber, kılavuz ve yol gösteren demektir. Mürşid-i kâmil sırât-ı müstakimi gösteren, dalâletten hidâyete sevkeden kişidir. Tarikatta seyr u sülûkünü tamamlayıp irşada ehliyetli olan kişiler için kullanılır bir tabirdir. Tasavvufta şeyh ile aynı anlamadır. Kâmil bir mürşide bağlanmanın hükmü kişilerin durumuna göre değişir. Meselâ, evlenmek nasıl bazıları için farz,
bazıları için sünnet, bazıları için mubah ise, bir mürşide bağlanmanın hükmü de öyledir. Kimileri için farz, kimileri için sünnet, kimileri için mubahdır. Bir mürşide bağlanmadan nefsinin şerrinden kurtulamayacak ve harama düşecek kimseler için farz, manevi derecesinin yükselmesine yardımcı olacak kimseler için müstehab,  ama intisâb kendilerine bir şey kazandırmayacak olanlar için mubahtır. İnsanın hakyol arayışında gayret
içinde olması gerekir. Nitekim: &#;Bizim uğrumuzda uğraşanları elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz.”[19] buyrulmuştur. Bir cehd ve gayret olmadan manevi mücâhede, manevi mücâhede olmadan manevî terakki gerçekleşmez. Şeyhe bağlanmadan tasavvufi bir hayatın gerçekleşmesi mümkün olmaz. Mümkün olsa bile insanın ayakları kaymaktan salim olmaz. Bu bakımdan herkes için tarikata girmek zarureti yoktur belki ama, zühdi bir hayat, manevi bir eğitim görmek isteyenlerin mutlaka bir mürşide bağlanmaları
gerekir. Bunu biz şöyle bir misalle açıklayabiliriz. İstanbul Boğazı&#;ndan yabancı bandıralı gemiler geçiyor. Bu yabancı bandıralı gemilerin Boğaz&#;dan geçerken kılavuz kaptan almaları zorunluluğu var. Kılavuz kaptan almaz ve kaza yapacak olurlarsa cezası ona göre daha ağır. Bu gemilerin kaptanlarının elinde Boğaz&#;ın haritası, pusula ve diğer yardımcı âletler olduğu halde niye kılavuz kaptan zorunluluğu var? Çünkü kılavuz kaptan, oradan defalarca geçmiş bulunduğu için Boğaz&#;ı elinde harita, pusula ve diğer yardımcı âletler bulunan gemi kaptanından çok daha iyi tanımaktadır. Tasavvufi hayata giren kimse de, bu yoldan geçmiş ve sonuç almış olan kimseden, elinde kitaplar, eserler ve bilgiler bulunan kimseye nazaran, daha çok istifâde eder. Çünkü tasavvuf nazari bir ilim değil, tatbiki bir ilimdir. Mürşide bağlanmayan kişi, böyle bir yolda önemli bir rehberden mahrum olarak yola çıkmış demektir.

İnsanın manevi yolculuğa çıkmadan önce bir mürşid araması gerekir. Hatta Nakşbendiyye tarikatında Abdulhalık Gucdüvânî tarafından konulan onbir prensipten biri olan &#;Sefer der-vatan&#;m bir anlamı da mürşid aramak için yolculuğa çıkmak demektir. Aranan bir mürşidde bulunması gereken vasıflar şöyle sıralanmıştır: Mürşid olacak kimsenin kitap ve sünnetin emirlerine agâh olacak kadar bilgili, kemal sıfatlarıyla donanmış, dünya ve makam sevgisinden geçmiş, riyâzat ve mücâhede ile nefsini arıtmış, nafile ibâdet ve zikirle ruhunu yüceltmiş, Muhammedi ahlâka sahip bir kimse olması ve silsileye sahip bir mürşidden icazetli bulunması gerekir. Ayrıca yetiştirdiği insanlarda bu manada bir takım tezahürlerin görünmesi de beklenir. Şeyhin ictihad derecesinde bir fıkhî bilgiye sahip olması gerekmez ama müntesiplerinin meselelerini çözebilecek bir kalb diriliğine sahip olması iktizâ eder. Bir de bütün tasavvuf kitaplarında ittifakla ifade edilen bir husus bu konuda son derece önemli bir ölçüdür: &#;Şeyh olacak kişi hubb-i dünya ile müttehem olmamalıdır.&#; Bunun manası şeyh olan kişi, yaptığı işten dünyalık bekleyen bir konumda olmamalı, aksine varidatını hizmette kullanabilmelidir. Bu konuda çevresindekilere örnek olabilecek bir konumda bulunmalıdır. Yüzü nûrânî, sözü rabbani olmalı ve ihsanın içine inşirah veren yüzü, görenlerde uhrevîlik ve rabbânîlik duygusu meydana getirerek Allah&#;ı ve âhıreti hatırlatmalıdır. Bu özelliklere sahip insanın gönlünün ısındığı kişi, mürşid olarak teslim olabileceği kişidir.

Şeyh ne demektir? Şeyhi kim seçer, babadan oğula veya akrabaya mı geçer? Mürşidin görevlendirilmesinde ölçü nedir? Açıklar mısınız?

-Şeyh lügatte simasında yaşlılık alâmetleri beliren, saçı sakalı ağaran en az elli yaşları civarında kişi, başkan, kabile reisi gibi anlamlara gelir. Tasavvufta ise mürşid ile aynı mânâyadır. Bir tarikatta irşada izinli tekke ve dergâhda terbiye ile meşgul olan kimselere denir. Şeyhler genellikle kendi müridleri arasından akranına tefevvuk eden ve manevi gelişmeye yatkın kimseleri, daha sağlıklarında icazet vererek muhtelif yerlerde irşâd hizmetiyle görevlendirirler. Şeyhin hayatıyla bağlı bulunan bu irşâd görevi şeyhin vefatından sonra merkez tekke ve ser-halîfe tarafından yeniden gözden geçirilir, ya ibkâ edilir, ya da başka görevlerde istihdam edilir. Şeyh kendi sağlığında seyr u sülûkünü tamamlattırıp irşadla görevlendirdikleri için tayinden önce istişare ve istihare ile karar verip görevlendirirdi. Şeyh kendisinden sonra yerine geçmesini istediği kimse için bazan yazılı, bazan sözlü işarette bulunurdu. Şeyhin yerine irşâd makamına geçmede iki yol izlenirdi. Bunlardan biri yoldan gelme, diğeri ise belden gelme usûlüydü. Yoldan gelme usûlüne göre şeyh, ihvanı arasında bu işe en liyakatli gördüğü kimseye işarette bulunur, ihvan da o zata tereddüdsüz tabi olurdu. Belden gelme usulünde ise emanet şeyhin evlâdlarına intikal ederdi. Şeyh Efendi, evlâdlan arasından bazan birine işarette bulunur ve ona tabi olunurdu. Şeyhin açıkça işarette bulunduğu zaman şeyhlik makamına kimin geçeceğinde problem olmazdı. İşaretin açık olmadığı zamanlarda ya ihvan aralarından en liyakatli gördükleri birine bey&#;at ederlerdi. Ya da dergah şeyhliği boşalır, o zaman meşihat makamı başka tarikatlardan ehliyet ve icazetini ibraz edenlere tekkeyi tahsis ederdi. Şeyhin birden fazla halifesi olduğu ve kimin postnişin olacağı açıkça anlaşılamadığı zamanlarda halifelerden herbirinin irşadlarını sürdürdüğü de olurdu.

Mürşid-i kâmillerin ezelde müridlerini seçme ruhsatlan var mıdır?

&#; Mürşid-i kâmillerin ezelde müridlerini seçme mes&#;elesi belki herkesin saadet ve şakaveti konusunu anlatan hadisin verdiği bilgiler ışığında değerlendirilebilir. Hadis şöyle: &#;Sizden herbirinizin cennet veya cehennemdeki yeri ezelde yazılmıştır.”[20] Bu hadise göre herkesin ezelde hangi konumda olduğu yazılı olduğuna göre, şeyhin müridlerinin kimler olduğu da Hakk&#;a ma&#;lûmdur. Şeyhlerin şahsen yapacakları seçimin sonuca tesiri olmaz. Ama kendi seçimleri Hakk&#;ın seçimine tetabuk ederse bir anlam ifade eder. Nitekim Hz. Peygamber de amcası Ebû Tâlib&#;in ümmetinden olmasını
şahsen istemişti. Fakat ilâhî iradeye tetabuk etmediği için bu talep gerçekleşmedi. Ama Hz. Ömer&#;in islâmı Hz. Peygamber&#;in seçim ve talebi ilâhî iradeye uygun düştüğü için hemen gerçekleşti. Ezelde ilâhi irâdeden başka bir irâde yoktu.

Mürşid bulamayanlar ne yapmalıdırlar? Her dönemde mürşid bulunur mu?

&#; Mürşid ihtiyâcını hissedenler aramaya devam etmelidir. Çünkü her devirde o devrin şartlarına göre bir mürşid bulunur. Belki her devrin mürşidinin özellikleri aynı olmayabilir ama, her devirde mürşid bulunur.

 

Birden fazla mürşide bağlanılabilir mi? Halk arasındaki &#;Her kapıda olan hiçbir kapıda; bir kapıda olan her kapıda?&#; sözü ne anlama gelir?

&#; Tarikatta seyr u sülûkünü tamamlamamış birinin birden fazla mürşide bağlanması iyi karşılanmaz. Çatal uçlu kazık nasıl yere girmezse, birden fazla mürşide bağlanan insanın kalbinde sevgi bölüneceğinden istifade zorlaşır. Çünkü mürşidlerdeki meşreb ve irşaddaki üslûb farkı, ister istemez bir kıyaslama yapmayı gerektireceği için feyze engel olur. Ancak seyr u sülûkünü tamamlamış kimselerin bir başka şeyhe intisabında mahzur yoktur. İlk şeyhe tarikat şeyhi, ikincisine teberrük şeyhi denilir. İlk intisabda giydirilen hırkaya tarikat hırkası, seyr u sülûkün tamamlanmasından sonraki intisabda giydirilen hırkaya &#;hırka-i teberrük&#; denir. Bir de ilmî intisab vardır ki, bu da ya vefat etmiş bir şeyhe eserlerini okuyarak olur, ya da hayatta olan bir mürşidden ders okumak suretiyle seyr u sülûke girmeden olur.

Şeyhler kaç kısımdır? Hakîkî şeyh hangisidir?

&#; Genelde yaygın tasnife göre şeyhler üç kısımdır: Ta&#;lim şeyhi, sohbet şeyhi ve tarikat şeyhi. Ta&#;lim şeyhi: Tasavvufi konularda bilgi veren muallim konumundaki sûfidir. Sohbet şeyhi: Sohbetine herkesin katılıp sözlerini dinlediği hal ve hareketleriyle örnek olan kişidir. Bunlardan ilki sadece öğretici, ikincisi ise haliyle etkileyicidir. Tarikat şeyhi: Mürid ve müntesiblerini bir annenin yavrusunu terbiye etmesi titizliği ile yetiştirmeye çalışan şeyhtir. Buna terbiye, irşâd ve teslik şeyhi de Henir. Böyle bir terbiye
şeyhi, mürid ve müntesiblerinin beden ve ruhları üzerinde mutlak söz sahibidir. Mürid ne diliyle, ne de kalbiyle böyle bir şeyhe itiraz etmemeli, aksine gassal önünde meyyit gibi teslim olmalıdır. Böyle bir şeyh, Allah Rasûlü&#;nün naibi, Allah&#;ın yeryüzünde halîfesidir.

Şeyhler ayrıca, hâl, kal, yol veya yal şeyhi olmak üzere de üçlü bir tasnife tabi tutulmuştur. Hâl şeyhi gerçek anlamaa tarikat ve tasavvufu yaşayıp yaşatan, kal şeyhi sözde şeyh; yani nıüteşeyyih, yol veya yal şeyhi ise menfaatçı şeyh; mensuplarını bir takım çıkarlar için çevresinde tutan sahtekâr. Her iki tasnifin ilkinde tarikat şeyhi, ikincisinde de hal şeyhi aranıp bulunması gereken mürşid-i kâmildir.

Bir mürşide bağlandıktan sonra daha fazla ilim aramaya gerek yok. Esas ilim, mürşidi bulmaktır.&#; deniyor. Böyle bir iddia doğru mudur?

&#;  &#;Bir mürşide bağlandıktan sonra daha fazla ilim aramaya gerek yok.&#; sözü,  &#;Avamın  mezhebi  müftünün  fetvâsıdır.&#;   sözüyle  birlikte düşünüldüğünde belki bir anlam ifâde eder. Tarikata ilk intisab eden kişi, avam sayılıp mürşidinin fetvasıyla amel edecektir. Bu yüzden ilmî konularda behresi bulunmayan kimse bir mürşide bağlandıktan sonra ona teslim olmalı ve önce manevi eğitimini ikmale bakmalıdır. Manevi eğitimi devam ederken
ilim adına birşeylerle uğraşması ilgisini dağıtıp yoğunluğunu eksiltir, letâifin çalışır hale gelmesini önler. Bu söz bu anlamda söylenmişse doğrudur. Ancak &#;tarikata intisab ile her türlü ilmî iş ve araştırma sona erer&#; anlamına söylenmişse yanlıştır. Çünkü ilmin sonu yoktur. Mezara kadar, Çin&#;de de olsa, ilim aramak bir vecibedir. Tasavvuf ve tarikatın ilim düşmanı olduğu imajını verecek bu tür bir iddia doğru olamaz. İlk sûfilerden Seriy Sakatî&#;nin
yeğeni Cüneyd Bağdâdî&#;ye söylediği: &#;Önce muhaddis, sonra sûfî ol! Önce sûfî sonra muhaddis olma!&#; sözü dînî ilimlerin tasavvuftan önce öğrenilmesi gereğini vurguluyor. İlimlerin bütünlüğü ilkesini teyid ediyor.

Peygamber Efendimiz: &#;Her yüz senede bir dîni yenileyecek bir müceddidin geleceğini”[21] haber vermiştir. Müceddid bir kaç tane mi, yoksa bir tane mi olur? Kim olduğu kendisi hayatta iken belli olur mu? Eğer belli ise günümüzün müceddidi kimdir?

-Genellikle tecdid ile teceddüd kavramları birbirine karıştırılmaktadır. Teceddüd yenilikçilik ve modernizm demektir. Bunların dâvası, dîni yeniliklere uydurmaktır. Bugün milleti maddi bakımdan geri kalmış gören ve bu durumu ıslah için İslâm ile mevcud sistemden yeni bir karışım ortaya çıkaran, ümmeti, adından başka İslâmî bir rengi kalmayacak şekilde sistem boyasına boyayan kişilerin yaptğı iş teceddüddür. Bunlara müceddid değil,
müteceddid denilir. Tecdid ise, ne mevcud sistemle anlaşmak için yol ve çare aramak, ne de İslâm ile sistemden meydana gelecek bir karışımdır. Gerçek tecdid, İslâmî ona sonradan bulaştırılmış unsurlardan temizlemek, onu mümkün olduğu kadar saf ve berrak haliyle hayata geçirmektir. Soruda temas edilen hadiste Efendimiz bu manada her yüzyılda bir müceddidin geleceğini haber vermektedir. Bu müceddid, ulemâdan olabileceği gibi,
meşâyıh ve devlet ricalinden de olabilir. Nitekim ilk hicrî asırda   Ömer b. Abdülaziz gibi bir devlet adamı müceddid kabul edilmiştir. Ondan sonraki asırlarda tam bir ittifak hasıl olmamakla birlikte mezheb imamları yaşadıkları asırların müceddidi sayılmıştır. Müceddidin aynı asırda birkaç tane olmasına mani bir hüküm yoktur. Önemli olan yapılan tecdidin boyutudur. Müceddid, peygamber değildir. Ancak tabiat ve mizacı bakımından peygambere en yakın olan insandır. Müceddid, çoğu zaman kendisinin müceddid olduğunu bilmez ve böyle bir iddia ile ortaya çıkmaz. Gerek çevresindeki çağdaşları, gerekse sonraki asırlarda gelen insanlar hizmetlerine bakıp onun müceddidliğine hükmederler. Sûfîler arasında müceddidliği konusunda tevatür derecesinde ittifak hasıl olanların başında İmam-ı Rabbânî gelir. Kendisi ikinci bin yılın müceddidi sayılmıştır. Çünkü o dönemde Hisndistan&#;da yeni bir din kurmak iddiasıyla ortaya çıkan Ekber-şah&#;a karşı İslâm&#;ın safiyetini savunmuş ve bunda muvaffak olmuştur. Her devirde sufilerden böyleleri çıkabileceği gibi böyle iddialarla ortaya çıkanlar da bulunabilir. O zaman kişinin yaptıklarına bakmak gerekir. Çünkü: &#;Görünür şahsın rütbe-i aklı eserinde.&#;

  “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” sözünden maksad nedir?

&#; Bâyezid Bistâmî&#;ye atfedilen bu söz, eski tasavvuf kitaplarımızdan itibaren hemen bütün kaynaklarda yer almaktadır. Buradaki &#;şeyh&#; kelimesi mutlak manada mürşid demektir. Bütün uygulamalı ilimlerde o ilmin öğrenilmesi, bir üstad aracılığı ile olur. O konuya dair eserleri okumak, o ilmi öğrenmek için yetmez. Meselâ İslâmî ilimlerden &#;Kıraat&#; uygulamalı bir ilim olduğundan &#;fem-i muhsin&#;den (yetkili ağız) öğrenilir. Tecvid ve kıraat kitapları okunarak kurrâ olunamaz. Marangozluk, kaportacılık gibi çağdaş işler, futbol gibi oyunlar bile mutlaka bir ustadan öğrenilir. Futbol kitabı yazan biri, iyi bir futbolcu olmayabilir. Marangozluğun kitabını yazan da öyle. Hatta Tıp Fakültesini bitiren kimse nasıl bir uzmanın yanında ihtisas görmeden uzman olamaz ve olmaya kalkıştığında insanları canından ecterse, aynı şekilde bir üstadın yanında tasavvufi eğitim görmeden kendi kendine sufilik etmeye kalkışan bir kimse mutlaka yanılır ve şeytanın oyuncağı haline gelir. Bu sözle şeyhsizlikteıı maksad, tasavvuf ilminin şeyhsiz öğrenilip uygulanamayacağıdır.

Kadınlar da intisâb etmeli mi, onların intisabı nasıl olmalıdır?

-Kur&#;an&#;da kadınların İslâm, îmân, tâat, sıdk, sabır, huşu, tasadduk, oruç, namusu koruma, ve zikir konusunda erkeklerle aynı olduğu vurgulanmakta[22], cihâd dışında bütün konularda erkeklerin muhâtab olduğu hükümlere muhâtab oldukları belirtilmektedir. Bu bakımdan tasavvufun manevi hayata yönelik hükümleri onları da kapsar. Mekke fethi günü inen bir âyet-i kerimede Allah Teâlâ kadınların bey&#;atlarını alması konusunda Hz. Peygamber&#;e şöyle buyurmaktadır: &#;Ey Peygamber! inanmış kadınlar, Allah&#;a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, gayr-i meşru bir çocuk doğurup onu kocalarına isnad etmemek, iyi iş işlemekte sana karşı gelmemek hususunda bey&#;at etmeye geldikleri zaman sen onların bey&#;atlarını kabul et. Onlar için Allah&#;tan mağfiret dile!”[23] Bu âyetin nüzulünden sonra Allah Rasûlü kadınların da bey&#;atini kabul etmiş ve onlardan ahid almıştır. Bu ahid sırasında Allah Rasûlü&#;nün eli kadınların eline değmemişti. Bu bakımdan kadınların intisabı sırasında sünnete uygun biçimde şeyhin eli, kadınların eline değmemelidir. Kadın mahremi aracılığıyla şeyhine ulaşmaya çalışmalı veya şeyhin mahremi aracılığı ile, intisâb etmelidir. Ya da görüşmeler perde arkasından yapılmalıdır. Aynı mekânda vâki olacak görüşmelerin fitneden uzak bir biçimde olması uygun olur. Kadınların topluca ve tesettüre uygun bir biçimde şeyhleriyle görüşmelerinde mahzur yoktur. Mahzurlu olan topluca da olsa, kadınların tesettüre uymadan açık saçık bulunmaları, ya da kapalı da olsa tek başına görüşmeleridir.

Mürşidlerin devlet ve siyaset boyutunda sorumluluğu nelerdir? Herhangi bir partiyi desteklemek için müridlerine işarette bulunup fiilen ihvanını partiye sokmaları uygun mu?

-Tasavvuf ve manevi eğitim, bir insan yetiştirme ocağıdır. Bu ocağın
görevi insanların iman ve İslâm konusunda bilinçlenmesini sağlamak, hayatlarını Kur&#;anî çizgide yaşamalarına yardımcı ve rehber olmaktır. Ancak tasavvuf ricalinin bizzat aktif politikanın içinde yer alması, onların saygınlığını etkiler. Müntesiblerini sistem şuuru ile yetiştiren mürşidler onlara devlet ve siyâset konusunda gerekeni vermelidirler. Elbette bu açık bir biçimde bir partinin desteklenmesi şeklinde olmamalıdır. Aksine kriter boyutunda kalmalıdır. Çünkü millletin ve ümmetin menfaatinin nede olduğunu iyi hesab etmelidir. Açık bir biçimde bir siyasi partinin yan kuruluşu gibi çalışan bir tasavvufi ekolün yara alacağını ve topluma mal
olamıyacağını düşünüyorum. Elbette gerçek bir mürşid ihvanını devlete talib olacak adamlar olarak yetiştirmeli, vatan ve milletin korunması bilincini onlara aşılamalıdır. Bununla birlikte seçimlerde partizanca hareket edip açıkça bir partiyi iltizam etmesi uygun olmaz. Çünkü bir mürşidin her partiden müridi olabilir. Bu yüzden genelue din adamları ve mürşidlerin mutlak mânâda partilerüstü bir konumda olması en güzelidir. Kendisinin doğrudan aktif politikaya girmesi veya ihvanını bu istikamette yönlendirmesi kendi kendini ilzam edebilir.

Mürşide bağlı olmayan, Kur&#;an ve sünnete sımsıkı sarılan mü&#;minlerin durumu ne olacaktır?

&#; Kur&#;an ve sünnete sımsıkı sarılan bir mümin, bir mürşide bağlı olsun veya olmasın elbette iyi bir noktadadır. Çünkü amaç Kur&#;an ve sünnetin istediği bir insan ve sâlih bir mümin olmaktır. Mürşide bağlanmaktan maksad da budur. Yoksa mürşide bağlanmak Kur&#;an ve sünnetin üstünde birşey değildir. Ancak burada şu hususu gözönünde bulundurmak gerekmektedir: Acaba insan Kur&#;an ve sünnete bağlı yaşıyorum derken,
bunu gerçekten becerebiliyor mu, yoksa kendi kendini mi kandırıyor? Çünkü nefs insana çoğu zaman böyle tuzaklar kurar, yanlışlarını hoş, eksiklerini tam gösterir. İnsan içinde bulunduğu olayları ve durumları objektif olarak değerlendiremez. Böyle olunca da hep kendinden yana yontar. Ama böyle bir mürşid-i kâmilin yanında bulunan kimse onun tecribelerinden yararlanmak durumundadır. Mürşid ona, nefsinin kendisine kuracağı tuzakları gösterir. Böylece daha çabuk mesafe alır. Mürşide bağlanmak
istemeyen kimse, önce kendisine bu duyguların nereden geldiğini anlamaya çalışmalıdır. Eğer bunlar intisâb edilecek bir şeyh bulamadığı için ise bunun da şeyhlerin eksikliğinden mi^iendisinden mi olduğuna bakmalıdır. Ama herşeye rağmen benim gönlüm buna ısınmadı diyen ve kitap sünnete bağlı kalmaya azmettiğini söyleyen kişi, kendisini olaylara ve dünya gailesine salıvermemelidir. Çünkü insanın en çok ayağının kaydığı nokta, meşru olmayan şeylerin zaman içinde tabii hale gelip insanın yüreğini pörsütmesidir. Diri bir kalb, uyanık bir gönül olmadan bugün sünnet
çizgisinde İslâmî hayat zor yaşanır.

Ashab, Peygamber Efendimiz&#;e hizmetle sevap kazanıyorlardı. Bizler de âlimlere, şeyhlere hizmet ederek sevap kazanabilir miyiz?

-İslâm&#;ın genel tarifinde: &#;Allah&#;ın emirlerine tazim, yaratıklarına
şefkat ve hizmet&#; ölçüsü vardır. Hizmetlerin en güzeli din yolunda ve Allah için olanıdır. Ashâb, Allah Rasûlü&#;nün gösterdiği hizmetlerle yıldız şahsiyetler oldular. Benlik ve feragat sınavından geçtiler. Bu sayede sahâbî oldular. &#;İlme hizmet, ilim adamına hizmettir.&#; ilkesinden hareketle konuya yaklaştığımız zaman elbette ilim ve irşad adamlarına hizmet edenler, dine hizmet etmiş gibi ecir kazanırlar. Niyyet hizmet olduktan sonra hizmet eden dâima kazançlıdır. Hatta hizmet edilen hizmete lâyık olmasa bile yapılan hizmet ve ecri zayi olmaz.

Enver Baytan&#;ın Altınoluk&#;ta yayınlanan sohbetinde İbn Arabi hazretlerinin el-Emru&#;1-muhkem adlı eserine atfen bahsettiği mürşidde bulunması gereken özellikler nelerdir?

&#;  Enver Baytan Hoca&#;nın mülakatı Altınoluk&#;un sayısının sayfaları arasında yer almaktadır. Hoca Efendi&#;nin bahsettiği İbn Arabi&#;ye âid eserin Osmanlıca tercemesini (İstanbul ) bulduk. Bu eserde (s. ) şeyhlik şartları olarak sayılanları kısaca maddeler halinde veriyoruz:

1-     Şeyh, müridinin kabiliyet, zaaf ve ilgilerinin hangi noktada olduğunu bilmelidir.

2-     Müridi izinsiz tekkeden dışarı bırakmamalıdır.

3-     Müridinin kendisine uymada sadakatini denemeden müridliğe kabul etmemelidir.

4-  Şeyhlik makamına kendiliğinden değil, şeyhinin emri ya da manevi bir işaretle geçmelidir.

5-     Konuşurken kendisine karşı çıkanlarla tartışma ve münazaraya girmemelidir.

6-     Müridlerinin gönlünden saygınlığını giderecek işlerden sakınmalıdır.

7-     Biri herkese, diğeri ihvanına, diğeri tek tek müridlerine aid olmak üzere üç meclisi olmalıdır.

8-     Hak Teâlâ ile kulluk için farz ibâdetler dışında özel bir zamanı olmalıdır.

9-     Müridi vaktini kontrole alıştırmalıdır.

Müridinin rüya ve vakıası hakkında söz söylememelidir.

    Müridlerinin kendi aralarında uzun boylu konuşma ve gidip gelmelerine izin vermemelidir.

    Müridleriyle gece gündüz bir kereden fazla görüşmemeli, kendi hücresinde kalmalıdır.

Müridini hücreye yerleştirmeden önce kendisi gidip orada iki rekat namaz kılmalıdır.

      Müridler, şeyhin tabii ihtiyaçlarını gördüğü ortamlara muttali&#; olmamalıdır.

  Halvete girecek müridlerini yiyecek ve perhiz konusunda eğitmelidir.

  Şeyh zayıf ihvanını başka şeyhler ve ihvanlarıyla ihtilâta bırakmamalıdır.

      Kendinden üstün bir şeyh görünce ihvanıyla gidip onun nasihat ve ziyaretinde bulunmalıdır.

Eser, şeyhin müridini yetiştirme tarzını gösteren teknik bilgiler ihtiva etmektedir. Eserin sayfaları arasında müridlik şartlan sayılmaktadır.

Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbanî&#;nin l.c, Mektubunda geçen: &#;Nâkıs kişiden ders alma&#; konusunun açıklanmasını diliyorum.

&#;  İmam-ı Rabbânî&#;nin Mektub&#;unda anlattığı nâkıs şeyh, müridlerinin kabiliyet ve istidadını anlama melekesi elde edememiş, müridlerine kabiliyyetine göre irşad reçetesi sunabilecek bir yapıda olmayan şeyhtir. En son verilecek ilâcı ilkten veya ilkten verilecek ilacı en sona bırakacak bir yanlışlık içinde olan kişilerdir. Böyleleri irşâdda nakıs sayılır ve irşâd için ortaya çıkmamaları tavsiye edilir. Nakıs olan kişi, henüz nihâyâtta olan şeylere eremediği için başkalarını erdirme ehliyetine de hâiz değildir. Çünkü irşâdda önce reşâd sonra irşâd, önce salâh sonra ıslah sözkonusudur.

62)-İmam Şârânî’nin İslâm Büyüklerinin Örnek Ahlâkı   ve Hikmetli Sözleri kitabının önsözünde &#;Ey kardeş sen bir şeyh olarak ortaya çıkma, sana uyanların imanını heder edersin&#; cümlesindeki hikmetin açıklanmasını istirham ediyorum.

-İmam Şârânî&#;nin bu sözlerden kasdı bellidir. İnsanlarda hubb-i riyaset ve başkalarından takdir görme gibi bir fıtri duygu vardır. Bu duygu çoğu zaman insanı kendisi hakkında yanıltıp öne çıkarır. Seyr u sülûkünü tamamlamadan kendisine &#;sen artık oldun&#;; seyr u sülûkünü tamamlayınca da: &#;Daha ne duruyorsun geçsene halkın önüne!&#; dedirtir. İnsan işte böyle bir takım duygularla ortaya çıkınca hem sapar, hem de saptırır. Böyle bir
vartaya düşmemek için halkın kendine müracaatını beklemek ve yine bin düşünüp bir karar vermek gerekir.

Hakîkî şeyhin tahsil durumu önemli mi? Mutlaka velî olması gerekir mi? Yoksa her mümin şeyh olabilir mi?

&#; Şeyh olacak kimsenin ilim ve irfanı önemli ama diplomasi ve dünyevi ilimlere aid tahsil durumu önemli değildir. Çünkü şeyhlik ve mürşidlik tahsil ve diploma ile elde edilecek bir hususiyet değildir. O kalb eğitimi ile elde edilecek bir hususiyettir. Her şeyhin velayet mertebesine ermiş kâmil bir insan olması gerekir. Ancak keramet izharı gerekmez. Çünkü gönlünde itminana ermiş, yüzüne bakıldığında insana Allah&#;ı hatırlatan kimselerdir onlar. Bu da velilik sıfatıdır. Her mümin şeyh olacak olsa müridlik kime düşecekti. Elbette her mümin şeyh olamaz. Bu işin bir takım özellik ve şartları var. Bunların cevabını bu konunun ilk sorusunda verdik.

Müslümanın tebliğ vazifesi bellidir. Bu vazife gereği aktif organize faaliyetlerde bulunmak, mürşidin sahasına karışıp haddi aşmak mıdır? Yoksa ona hizmet mi?

&#; İslâm, inananlara bir tebliğ vazifesi yüklemiştir. Ancak İslâm&#;da önce salâh, sonra ıslah anlayışı vardır. Yani kişinin önce kendi pürüzlerini gidermesi, nefsini eğitmesi ve onu ilâhî hükümlere ram etmesi gerekir. Bu yüzden, böyle bir amaçla bir mürşid gözetiminde manevi bir eğitime başlamış olan kimse, sosyal faaliyetlerini ve hizmet alanlarını da mürşidine danışarak düzenlemelidir. Değilse manevi hayatı açısından yanlış şeyler yapabilir. Gireceği organize tebliğ hizmetlerinin de mürşidinden habersiz
olmaması iktiza eder. Vakıa böyle bir iş mürşidin sahasına karışmak olmaz ama, başıboşluk ve sorumsuzluk olur. Ona hizmet olabilmesi için onun onayından geçmesi ve onun verdiği diğer hizmetlerle çatışmaması gerekir. Değilse sâlik kalbi bulanık hale gelebilir.

Mürşidin kadın müridlerine el öptürmesi caiz midir? Vazifeliler, kocası evde olmayan ev sahibesinin yanma girebilirler mi?

&#; Mürşidin mahremi olmayan kadın müridlerine el öptürmesi caiz değildir. Hadislerde kaydedildiğine göre Hz. Peygamber kadınlardan bey&#;at alırken onlarla musafaha etmemiş ve kadınların elini tutmayacağını ifâde etmiştir. Hadis ve fıkıh kitaplarında var olan bu hükme imtisâlen şeyhlerin de kadın müridleriyle musafaha etmesi ve el öptürmesi caiz görülmemiştir. Bununla birlikte kadın ihvanına el öptüren şeyhler de olmuştur. Ancak onların varlığı cevazına delil değildir şüphesiz.

Mürşidin kalbine veya nefsine iblis vesvese verir mi?

Şeytanın mürşidin kalbine vesvese vermeğe çalışması   kadar tabii birşey olamaz. Ancak kemal sahibi veli-sıfat bir mürşid mahfuzdur. Yani ibâdet ve tâatları sebebiyle şeytanın vereceği vesveseleri Allah&#;ın yardımıyla aşabilecek manevi olgunluktadır. Peygamberlerin ismet sıfatı gereği ma&#;sum olmaları ile velilerin mahfuz olması arasında fark vardır. Peygamberlerin ismeti, kendilerinden sâdır olan zellenin Cebrail aracılığı ile tashihi şeklindedir. Hıfz ise ibadet ve teslimiyyet sayesinde nefs ve şeytanın iğvâsından Hakk&#;ın himayesinde olmak demektir. Tabii ki böyle bir insan hata yapmaz anlamına gelmez.

Şeyhlerin Hristiyanlıktaki ruhban sınıfı gibi, bozulması nedendir?

Şeyhlik neticede insanların temsil ettiği bir makamdır. Bu itibarla zaman zaman bozulma da gayet tabiidir.  Ancak bu benzetmeyi Hristiyanlıktaki ruhban sınıfıyla yapmak yanlış olur. Çünkü hristiyanlıktaki ruhban sınıfı statü itibarıyla tasavvuftaki şeyhlikten çok farklılıklar arzeder. Bir defa ruhban sınıfı, ruhban hayatı yaşamaktadır. Toplumdan kopuk, evlenmeyen ve kendilerini toplum hayatının her türlü sorumluluklarının dışında gören râhibler ile toplum hayatının içinde ve yaygın eğitim veren tekke şeyhleri bir değildir. Ruhban sınıfındaki bozulma fıtratı zorlayan yapısından kaynaklanmaktadır. Tekkelerde görülen bozulma ise toplumun genel yapısında meydana gelen gerileme ile orantılıdır. Toplumun bütün müesseseleri çok iyi çalışıyor da tekkeler ve şeyhlikler bozulmuş değildir. Tekkelerin bu konuda belki en tenkid edilebilir özelliği, bazı tekkelerde uygulanan babadan oğula geçen şeyhlik sistemidir. Çünkü bu uygulama, liyakati olmayan kimselerin tekke şeyhliklerine geçmesini daha da kolaylaştırmış ve bozulmanın hızlanmasına katkıda bulunmuştur.

Anadolu&#;da bir çok tarikat ve  pek çok mürşid var. Tabiî ki bu mürşidlerin pek çoğu âlim değil. Biz pek çok mes&#;elemizde âlimlere mi uyacağız, câhil de olsa mürşidlere mi uyacağız.

-Anadolu&#;da birçok tarikat ve mürşidin varlığından bahisle bunların da bir kısmının gerekli ilmî seviyeye sahip bulunmadığım ifade ediyor ve &#;biz, câhil de olsa mürşidlere mi uyacağız?&#; diye soruyorsunuz. Bir defa cahillikle mürşidliğin bir arada bulunmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Bir kişi câhil ise mürşid olamaz. Mürşid ise câhil sayılamaz. Ancak cehaletle ictihad seviyesinde âlim olmayı birbirine karıştırmamak gerekir. Şeyhler ve mürşidler ictihad seviyesinde âlim olmayabilirler. Aslında öyle olmaları şart da değildir. Ama hangi konuda kime başcurulacağını bilecek irfana sahiptirler. Bilmedikleri fıkhî mes&#;eleler için ihvanını ehlinden sorup öğrenmeye savkedecek firâsetleri vardır. Müridini kendisine sorduğu fıkhî konularda fetva için, ilgili kişilere göndermekten çekinmez ve bunu bir haysiyet meselesi yapmaz. Çünkü kendisinin görevi her seviyede fıkhi bilgi ile müridlerinin ilmi seviyesini yükseltmek değil, manevi ve ahlâkî seviyesini yükseltmektir.

Tasavvufta şeyhe çok övgüler yapılmaktadır. Oysa bir hadiste Allah Rasûlü: &#;Beni övmeyin, ben ancak bir kulum. O halde bana sadece Allah&#;ın kulu ve Rasûlü   deyin&#;[24] buyurur. Hamd Allah&#;a aid iken, yüzlerce âyet sâdece Allah&#;ı övmenin gerekliliğinden bahsederken, nasıl olur da âciz ve zayıf insanlar peygamberlerin de üstüne çıkarılarak adetâ Tanrı katında bilinir?

-Tasavvufta şeyh ve mürşidler için övgü ifâde eden sözlerin varlığı doğrudur. Övgü bir sevgi ifadesidir. Sevginin olduğu yerde; ölçülü ve ifrata varmayan bir övgü tabii karşılanır. Hz. Peygamber&#;in kendisine yapılacak aşırı tazim ve övgülere gösterdiği tepkinin sebebi bellidir: &#;Beşer konumundan çıkarılıp ülûhiyet konumuna konulmak.&#; Putlarla mücâdele için gelen ve tevhidin teşbîhî değil, tenzîhî olanı üzerinde duran bir dinin peygamberinin böyle davranmasından tabii birşey olamaz. Tarihte
peygamberlerine ülûhiyet isnadına kalkışan kavimler olduğundan Peygamberimiz böyle davranarak en sağlıklı yolu seçmiştir. Tarikatlarda müridin, kendisine âhiret hayatını kazanmaya yardımcı olan mürşidine minnettar olması ve ona şükran ifâde eden sözler söylemesi doğaldır. Nitekim sahâbiler de Allah Rasûlü&#;ne hitaben: &#;Anam babam sana feda olsun, canım sana kurban olsun.&#; gibi ibare ve ifâdelerle minnettarlıklarını ifâde etmişlerdir. Onun traş sırasında kesilen saç ve sakallarını toplamışlar, abdest suyu ile teberrük etmişler, yüzlerine gözlerine sürmüşlerdir. Onun
kullandığı ve hediye ettiği hırka ve eşyayı da ondan bir hâtıra olarak saklamışlardır. Bunların hepsi ona duyulan sevginin tezahürleridir. &#;Mehtaplı bir gecede bir Allah Rasûlü nün yüzüne, bir de aya baktım. Rasûlullah&#;ın yüzü daha paklak ve aydınlıktı.&#;[25] diyen sahâbînin sözünü acaba bir abartı olarak mı değerlendireceğiz, yoksa bir sevgi tezahürü mü? Sevgi insana sevdiği insanın güzelliklerini daha güzel gösterir. Seven
sevdiğinin bu güzelliklerini söylemek, anlatmak ve paylaşmak ister. Sûfîlerin şeyhleri ile ilgili övgüleri &#;fena fi&#;ş-şeyh&#; mertebesinde söylenmiş sözlerdir. Hz. Ömer&#;in Hz. Peygamber&#;in vefat haberi üzerine: &#;Kim Muhammed öldü derse boynunu vururum.&#; şeklindeki sözü, seven insanın sevdiğini kaybettiği sıradaki feveranı değil de nedir?

Allah Rasûlü: &#;İnsanlara şükretmesini bilmeyen Allah&#;a da şükretmez.”[26] buyurarak Allah&#;a şükretmenin yolunun insanlara şükür ve minnettarlıktan geçtiğini belirtmiştir. &#;İfk&#; olayı sonrasında Hz. Âişe&#;yi aklayan âyet indiğinde annesi, Hz. Âişe&#;ye: &#;Kocan Rasûlullah&#;a teşekkür etmeyecek misin?&#; demişti de Hz. Âişe: &#;Hayır, ben ancak Allah&#;a şükrederim.&#; cevâbını vermişti.[27] Annesi, müjdeyi getiren olduğu için Hz. Peygamber&#;e teşekkür etmesini insanî bir görev olarak isterken Hz. Âişe asıl failin Allah olduğunu düşünerek buna ihtiyaç duymadığını belirtmiştir. Demek ki aslolan hediyeyi gönderen sultandır, ama hediyeyi getiren hizmetçiye teşekkür etmek de insanî bir görevdir. Hattâ duyulan ihtiyâca göre insanın bunaldığı bir sırada kendisine efendisinden bir hediye getiren hizmetçi ve kölenin elini ayağını öpmesi ve minnettarlığını ona arzetmesi ne kadar tabii ise müridlerin şeyhlerine olan bu tür minnettarlıkları da tabiîdir. Zâten şeyhlere yapılan övgüler genellikle henüz &#;fena fi&#;ş-şeyh&#; konumunda olan mübtedî müridlerin özelliğidir. Fena fi&#;r-Rasûl ve fena fillâh&#;a ermiş olanlar artık gerçek faili görür ve öyle konuşurlar.

Elbette şeyhlere yapılan övgülerde sınırı aşmamak ve onları peygamberlerin üstünde bir konuma çıkaracak ifâdeler kullanmamak gerekir. Şeriat buna izin vermediği gibi, böyle bir tavır tasavvufî âdaba da uygun düşmez. Herşeyin hakkını teslim etmek ve kimseye lâyık olmadığı bir sıfat izafe etmemek gerekir. Yine de Mecnûn&#;un gözünde &#;Leylâ&#; ne ise, âşık bir müridin gözünde şeyhi de öylesine övgüye lâyıktır. Gönül taşkınlığı türünden söylenen bu mecazları, hakiki anlamıyla anlamamak ve kendi içinde değerlendirmek problemi çözer. Çocukların gözünde bile &#;en güçlü ve en iyi insan&#; babalarıdır.

Tarikatlarda şeyhden Allah&#;dan korkar gibi korkmak telkin edilmektedir. Allah korkusu dışında halife ve reis gibi yaratıklardan korkmak var mıdır? Müridin Allah&#;dan korkar gibi şeyhinden korkmasını hangi delile dayandırıyorsunuz?

-Tarikatlarda müridin şeyhten korkması, asker ocağında erin çavuşundan korkup çekinmesine benzer. Erin gözünde en çok çekinilecek çavuşudur. Çünkü kendisinin birebir ilişki içinde olduğu kişi de, kendisine ceza veya mükâfat verecek olan da odur. Hiyerarşik yapı içinde çavuştan çok daha yetkili subay ve komutanlar olduğu halde er için korkulacak tek kişi çavuşudur. Er, zaman içinde askeriyedeki düzeni öğrenip ast ve üstü tanıdıktan sonra çavuşun yeri neresidir, diğer komutanların yeri neresidir, anlar. Bununla birlikte en yakın komuta kademesindeki çavuş ile ilişkiyi de iyi götürmeye çalışır. Tasavvufta da sâlik, kendisinin en yakın eğiticisi olduğu için şeyhine karşı son derece saygılıdır. Sâlikin şeyhten çekinip korkması, yırtıcı hayvandan ve gardiyandan korkar gibi bir korku değildir. Aksine bu korku sevgi ile harmanlanmış bir korkudur. İçinde karşısındakinin sevgisinden mahrum olma özelliği taşımaktadır. Mürid şeyhinden çekinirken onun cezalandıracağından çok iltifatını esirgeyeceğinden korkar. Şeyh-mürid ilişkisi baba-oğul ilişkisi gibidir. Nasıl oğul babasından çekinir, korkar ve bu korku sadece ceza korkusu değilse, şeyh ile mürid ilişkisindeki korku da öyledir. Müridin Allah&#;tan korkar gibi şeyhinden korkması değil, Allah için şeyhinden sakınması gerekir. Bu şeyhini kendisinin rehberi görerek gerektiğinde ceza da verebileceğini kabulden gelen bir korku ve saygıdır.

Tarikatlarda insanların mürşidlerine karşı ifrata varan tavır ve davranışları var. Halbuki funduszeue.infober (s.a.) böyle davranışları yasaklamış, insanlara aralarında peygamber varken bile tabiî olmalarını tavsiye etmiştir. Bırakın mürşidleri, halifeleri bile öyle sulta kurmuşlar ki soru sormak yasak; tam itaat isteniyor. Bu gibi haller tabiîliği aşmıyor mu?

-Türkçe&#;de: &#;Dağ yanına varınca küçülür.&#; diye bir söz var. Alman düşünürü Goethe de şöyle diyor: &#;Bütün politikacılar, askerler büyük sandığınız insanlar, yakından tanıdığınızda küçülürler. Bunun bir tek istisnası vardır o da müslümanların peygamberi Muhammed&#;dir.&#; Hz. Peygamber (s.a.) toplum içindeki hayatında da, ikili ilişkilerinde de, aile hayatında da davranışları bütün ayrıntılarına kadar tesbit edilmiş bir insandır. Onun en yakın çevresinin bildiği ilişkilerinde bile bir gayr-ı tabiîlik ve
hafiflik asla görülmez. Bu yüzden o ümmetine dâima tabiîliği tavsiye etmiştir. Ancak bütün insanların; yönetici ve idarecilerin Hz. Peygamber gibi herhal   ve   durumda   tabiilik,   ciddiyet   ve   vakarını   korumasını bekleyemezsiniz. Çünkü insanların çoğu buna güç yetiremez. İşte bu sebepledir ki, gerek hoca-talebe, gerek şeyh-mürid, gerekse yönetici-halk ilişkilerinde bir takım yanlışların önlenmesi ve idareci konumda bulunan kişilerin korunması için araya biraz mesafe konulmuştur. Şeyhlerin müridleriyle çok sık görüşmemesi, talebe ile hocanın aynı helayı kullanmaması bu sebepledir.

Hz. Peygamber (s.a.) şahsı için hürmet ifâde edecek tarzda ayağa kalkılmasın! bile istemediği halde ashabından bir kısmına hürmet amacıyla ayağa kalkılmasını emretmiştir. Kendisine saygının da aşırılığa götürülmesinden kaçınmasının sebebi, ileride bu saygının ülûhiyet isnadına varacak yanlışlara ulaşmasını önlemektir. Ama başkaları için böyle bir saygıyı istemesi bunun örfe göre cevazını göstermektedir. Bu tür davranışlar genellikle örfe bırakılmıştır. Meselâ Türkçe&#;de konuşurken ikinci şahsa &#;siz&#; diye hitâbetmek saygı ifadesidir. Allah&#;a dua ederken &#;sen&#; diyoruz. Bu saygızlık mıdır?

Aslında ifrata varan saygı ve sevgi izhârı türünden davranışlar çoğu zaman karşımızdaki insanları da sıkmaktadır. Elbette ki doğrusu tabii olandır. Ama insanların hepsi bir değil. Şeyhi için her içeri giriş çıkışında ayağa kalkmamayı kendine kusur telakki eden insanlar bulunabiliyor. Ama bundan rahatsız olan şeyhler pek çoktur. Nitekim Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi: &#;İhvana söyleyin, halk içinde elimi öpmesinler, ben daha çok istiğfar etmek zorunda kalıyorum.&#; dermiş. Bu biraz bizim milletimizin askerî yapısından; disiplin ve töreni seven anlayışından kaynaklanıyor. Nitekim Mısır ve Arap dünyasındaki tarikatların çoğunda şeyh-mürid ilişkilerinde bu tür merasim ve saygı ifâde eden tavırlar göremezsiniz. Şeyhinin yanında ayak ayak üstüne atan veya oturduğu ile yattığı tefrik edilemeyecek biçimde oturan insanlar pek çoktur. Bu bir örf ve görenek mes&#;elesidir. İçten gelen duygu meselesidir. Adamın içinden gelen duygusu şeyhinin elini öpmek, huzurundan geri geri çıkmak şeklinde ise bunu değiştirmeye zorlamak tabiiliğe aykırı olur. Ama bunu yapmayana dudak bükerek bakmak da aynı ölçüde yanlıştır. Bunlar esasata müteallik şeyler değildir. Teferruat içinde fazla boğulmamak gerekir.

Şeyhlerin ve halifelerinin soruda &#;sulta&#; diye ifâde edilen otoriteleri ve sual sorulmasına bile izin verilmemesini ise ben bu işin bir gereği gibi görüyorum. Camide de hocalara suâl sorulmaz. Ama namazdan sonra münferid suâl sormada bir sakınca yoktur. Şeyh ve halifelerin toplantıları bir bilgilenme meclisi olmadığı, aksine bir ilgi ve sevgi meclisi olduğu için suâl sorulmaması gayet doğaldır. Sual sorulan ortamlar genellikle tartışmayı beraberinde getirir. Tartışma ise tasavvuf yolunda kişinin nefsâııiyetini tahrik edici bir unsur olarak görülür. Sohbetten sonra veya özel görüşmelerde şeyhlere de halifelerine de sual sorulmasını engelleyecek bir durum yoktur. Aksine orada, sual varsa sorulması istenir. Binâenaleyh herkesten heryerde tabiîlik, ve her yerde sual sorulmasına izin vermesini beklemek mümkün değildir.

 

3- MÜRİD- SÂLİK İLE İLGİLİ MESELELER

  Mürid şeyhi ile hangi konulan istişare eder? Ölçüsü nedir?

&#;  Mürid lügatte irâde sahibi ve dileyen anlamınadır. Tasavvufta ise irâdesini Hakk&#;m ve şeyhin irâdesine teslim etmiş, irâdesi olmayan kimse demektir. Bu anlamda şeyh ile mürid arasındaki ilişki çok yüksek düzeyde; bir sevgi ve teslimiyyet ilişkisidir. Müridin manevi hayatını ilgilendiren her konuyu mürşidiyle istişare etmesi uygun olur. Bunun ölçüsü tarikatlara ve mürşidlerin özel tavırlarına göre değişebilir. Meselâ Halvetiyye ve Kadiriyye gibi bazı tarikatlarda seyr u sülükte manevi yükseliş rüya yoluyla olur. Bu
tür tarikatlarda sâlikin gördüğü rüyaları behemehal mürşidine anlatması gerekir. Nakşbendiyye gibi bazı tarikatlarda ise rüya fazla bir önem taşımaz.
Ama bazı Nakşi meşâyhının rüyaya ayrı bir önem atfettiği de bilinmektedir. Bu bakımdan şeyh ile müridin görüşecekleri konular tarikatların eğitim tarzlarına göre değişmekle birlikte, mürid, manevi hayatını ilgilendiren konuları mürşidiyle istişare etmelidir. Dünyevî meselelerde özellikle karar gerektiren belli konularda şeyhin izin ve duasına almak âdâbdandır.

Şeyhin emir ve tavsiyeleri, şeriat ölçülerine uymuyorsa kabul edilebilir mi?

&#;  Şeyhin emir ve tavsiyeleri, hele yeni intisâb etmiş kimselere olan tavsiyeleri mutlaka şeriat hükümlerine uygun olmalıdır. Haramları helâl, farzları yok sayan bir yaklaşım makbul sayılmaz ve elbette tutulmaz. Ancak ileri seviyelere gelmiş ve şeyhi ile belli bir mesafe kat&#;etmiş kimseler için farklı imtihan ölçüleri olabilir. Bir takım menkıbelerde geçen bu tür uygulamalar, istisnaî şeylerdir.

Müride mürşidin verdiği ders fazla gelirse ne yapmalı?

-Mürşid, reçetesini müridinin durumuna göre hazırlar. Bununla birlikte bazı müridlerde mürşidin verdiği evrâd ve ezkâr umulmadık sonuçlar doğurabilir. Öyle zamanda yapılması gereken hemen durumun mürşide intikal ettirilmesidir. Seyr u sülûkün tekke ortamında yapılmasının hikmetlerinden biri de mürşidin müridlerinin durumlarını daha yakından takib imkânını sağlamasıdır. Bu sayede mürşid, verdiği evrâd ve dersin mürid üzerindeki etkisini hemen görme imkânına sahip olabilirdi. Böylece şeyh gözetimindeki ihvanının gelişmelerini rahatlıkla kontrol ederdi.

Bugün aldığı dersi kendisine ağırlık ve bir takım rahatsızlıklar veren mürid, hemen şeyhine başvurmalı ve şeyhin durumunu gözden geçirmesine imkân vermelidir.

Salik ve meczub kime derler? Aralarındaki f ark nedir?

&#; Sâlik ve meczub kavramları hakkında tasavvuf klâsiklerinden Avârifu&#;l-maârif ile el-Hânî&#;nin Âdâb adıyla terceme edilen eserinde bir takım bilgilere rastlanmaktadır:

Sâlik: Seyr u sülûke girmiş, riyâzat, mücâhede ve muamele ile nefsini arıtıp ruhunu yüceltmeye ve müşahedeye ermeye çalışan kimse. Sâlik önce kâinattaki ilâhi kudret ve asara bakar, onun delaletiyle Hakk&#;ın isimlerine, isimlerinin delaletiyle sıfatlarına, sıfatlarının delaletiyle zât-i Bârî&#;ye vuslata ererek sülûkünü tamamlar ve vâsıl adını alır. Vâsıl noktasına gelmemiş bir sâlikin şeyhlik makamına yükseltilmesi uygun değildir.

Meczub: Hakk&#;ın tecellîleri kendisine seyr u sülûksüz olarak zuhur eden kimsedir. Bu yüzden meczub, önce zâtı müşahede eder, müteakiben kabiliyetine göre kendisine bir takım sırlar keşfolunur. Ardından sıfât-ı ilâhiyye ve esma sırları açılır. Sonra da kâinatın sırlarını görmeye başlar. Çünkü cezbe, Hakk tarafına çekilme anlamında bir kavramdır. Meczub da Hakk tarafına çekilen &#;âşık&#; demektir. Meczub, önce cezbe ve aşk ateşiyle Hakk canibine çekilir, sonra seyr u sülük ile işi sahv ve temkine bağlar. Türkçede yarı mecnun anlamına kullanılan meczub ile bu anlamdaki meczub arasında fark vardır. Karıştırmamak gerekir.

Sâlik ile meczub seyr u sülük ile yetişme bakımından birbirinin tam tersidir. Sâlikin en son geldiği noktaya meczub ilk başta gelmektedir. Sâlikin hâli Allah&#;a vuslat için eşyayı müşahededir. Meczubun hâli ise eşyayı Allah ile müşahededir. Meczubun sülûkü mahv ve fena ile, sâlikin sülûkü ise sahv ve baka ile sona erer. Bin aşağıdan yukarı, diğeri yukarıdan aşağı seyr ederek ikisi bir noktada buluşur. Ancak ikisi de birbirinin sıfatlarından vareste olmamalıdır. Yani sâlik aşk ve cezbesiz, meczub da seyr u sülûksüz olmaz.

Müridin nefsiyle olan âdabı nelerdir?

&#; Seyru sülûke girmiş mürid ve sâliklerin kendi iç dünyalarında dikkat etmesi gerekli olan bir takım âdâb, sûfiyyenin imamları tarafından kitap, sünnet ve ruhî tecribelerden istifâde ile âdâb kitaplarında kayda geçmiştir. Bunlardan bazılarını şöyle maddeler hâlinde sayabiliriz:

1-     Allah ve kullan ile ilişkilerinde nefsi sıdk ve sadâkat üzere olmak,

2-     Kalbini günah kirlerinden tevbe ile arıtmak,

3-  Dünya sevgisini ve buna bağlı olarak mal, makam ve baş olma sevdasını terketmek,

4-  Sükût ve az konuşma yolunu tutmak,

5-     İnsanların kusur ve ayıplarını görmemek ve araştırmamak,

6-     Sülükte ilerledikçe kendini yolun başında görmek,

7-     Kötü arkadaşlardan uzaklaşmak,

8-     Kendisine bir kusur izafe edildiğinde kendini savunmaktan kaçınmak,

9-     Günde en az üç kerre nefsini hesaba çekip amellerini tartmak,

  Büyüklenmeyi, kendi başına buyruk hareketi terketmek,

  Her namaz öncesi bâtınî âfetlerden   kurtulmak için kalbine yoğunlaşmak,

Nefse muhalefeti terketmemek.

Sâlikin ilk günleri nasıl geçmelidir?

-Sâlik, tevbe ile intisâb ederek yeni bir hayata başladığından eski alışkanlıklarını terkedecek ve kendisini kulluk zeminine çekecektir. İntisâb insan hayatında önemli bir karardır. Bu yüzden bu kararı vererek kendisine yeni bir hayat standardı getirmiş olan sâlik, hem Allah ile ilişkilerinde hem şeyhi ile ilişkilerinde, hem de çevresindeki insanlarla ilişkilerinde daha dikkatli olmalıdır. Yeni hayata geçiş sürecini sağlıklı bir biçimde tamamlamalıdır. Bu dönemde şeyh ve ihvanı ile sık sık görüşmesi yararlı
olur. Terkettiği dünyevi şeylere dönüp bakmamalıdır. Kendisine tarif edilen belli bir düzen dâhilinde varsa kaza namazlarını kılmalı, oruçları varsa tutmalı ve infâkta bulunmalıdır. İlk heyecan insan hayatında önemlidir. Tarikat ve tasavvufa intisabın ilk heyacânını yaşayan insanlar, bunun kıymetini bilmeli ve fakat hemen erecekmiş gibi, bir hevese kapılmamalıdırlar. Çünkü şeytan ve nefis insanı böyle zamanlarda bu tür duygularla yanıltabilir. Kendi durumunu başkalarıyla kıyaslamak durumuna da düşmemelidir.

Müridin, şeyhini Allah ile kendi arasında bir aracı gibi görmesi doğru mudur?

&#;  Mürid, şeyhini Allah ile kendi arasında bir rehber ve yolgösterici mânâsında aracı görmesinde bir mahzur yoktur. Zâten şeyhlerin fiilen yaptığı bir yolgöstericilik, delâlet ve hidâyettir. Bu yüzden şeyhlere mürşid ve mehdî denmiştir. Ancak bu aracılık Hristiyanlıktaki manâsıyla Allah adına tevbeyi kabul eden ve O&#;nün adına cennettten yer satmaya yetkili kişi anlamına ise bu, İslâmî inançlarla bağdaşmaz. Şeyh ve mürşidler, peygamber vekili konumunda ve onların vârisleridir. Nasıl peygamberler sıdk, emânet,
fetânet ve tebliğ gibi sıfatlarla muttasıf iseler mürşidler de öyle olmalıdır. Peygamberlerde bulunan &#;ismet&#; sıfatı ile &#;vahiy alma&#; özelliği mürşidlerde
bulunmaz. Diğer saydıklarımız bulunmalıdır.

Âhirete intikal eden mürşidi için: &#;O başka idi&#; deyip, yaşayan mürşidinin tasarrufunun zayıf olduğunu söyleyen ihvanın durumu nedir?

&#;  Türkçe&#;de bir deyim var: &#;Kaçan balık büyük olur.&#;   İnsanlar genellikle kaybettiklerinin kıymetini daha iyi anlarlar. Ellerinde   ve önlerinde olan onlara pek câzib gelmez. Ama bir gün onu da kaybedip fırsatı kaçırdıklarında uyanırlar. Bu sebeple ölen mürşidi için: &#;O başka idi.&#; diyenler genellikle sağlığında onun da kıymetini bilemeyenlerdir. Eğer kıymetini bilmiş olsalar gereği gibi istifâde eder ve hayıflanmazlardı. Ölüm hak olduğuna ve ölenle ölünmediğine göre, bizim görevimiz dirilerden ararlanmak ve onlara yararlı olmaktır. Hayatta olan mürşidini diğeriyle bu
anlamda kıyaslamamak gerekir. Allah&#;ın kullarına ikramı çeşit çeşittir. Vefat edenin meziyetleri kadar hayatta olanın da henüz farkedilmemiş özellikleri bulunabilir. Ayrıca liderlikte karizma kısa zamanda oluşmaz. Süreç ister. Bu bakımdan yeri boşalan bir zâtrn yerine geçen kimse ilk anda yadırgansa bile,
ehliyet ve liyâkati varsa kısa zamanda kendisini kabul ettirecektir. İlişkiler sağlıklı bir düzeye gelip gönül bağı düzeldikçe o tür sızlanmalar da azalacaktır.

 

 

4-İNTİSÂB &#; BEY&#;AT İLE İLGLİ MESELELER

İntisâb, inabe ve bey&#;at kavramlarını açıklar mısınız? Aralarındaki fark nedir? İnâbe alan ve intisâb eden kişi bey&#;at etmiş olur mu?

&#; İntisâb: Bir kimse veya gruba mensup olmak, aralarına katılmak ve şeyhe bağlanmak anlamına kullanılır. İntisâb edene müntesib denir. Müntesib, muhib (sempatizan)&#;dan bir ileri derecedir. Kişi intisâbla bağlandığı kişiyi kendinin mihveri olarak görür.

İnâbe: Genellikle işlenen günahlardan pişmanlık duyup Allah&#;a dönmek, halktan Hakk&#;a yönelmek anlamında kullanılan bir kavramdır. Tevbenin bir ileri derecesidir. Tevbe insanın görünür günahlarından kaçması, inâbe içindeki kusurlarından kaçıp Allah&#;a dönmesidir. İnâbe aynı zamanda el alma ve şeyhe bağlanma anlamına da kullanılır. Şeyhten el alma işleminde önce tevbe yapıldığından şeyhe intisâb için inâbe kavramı da kullanılır olmuştur.

Bey&#;at: Lügatte satmak ve satış muamelesi demektir. Tasavvufta tâlib denilen mürid adayının şeyhe ve onun vereceği emirlere bağlı kalacağına, mal satan insanların elele tutuşması gibi bir musâfaha ile şeyhe söz vermesidir. Bey&#;atin temeli, Hz. Peygamber&#;in İslâm&#;a girmek isteyenlerden, cihâd ve hicret gibi önemli faaliyetlere katılacak olanlardan söz almasıdır. Nitekim Kur&#;an&#;da Hudeybiye&#;de bey&#;at eden sahâbîler övülmekte, onların Allah Rasûlü&#;ne olan bey&#;atleri, Allah&#;a yapılmış sayılmaktadır.[28]

Tasavvuf kavramı olarak bey&#;at, intisâb ve inâbenin birbirinden farkı yoktur. Ancak bu soruda intisâb ve bey&#;atle siyâsî otoriteyi temsil eden halife, devlet başkanı ve devrin imamına yapılması emredilen bey&#;at kasdediliyorsa o zaman durum farklıdır. Bu bey&#;at, onun yerine geçmez. Çünkü siyâsî otorite ile ilmî veya manevî otorite birbirine denk değildir. Biri diğerinin yerine kaim olamaz.

İntisâb etmekle kıırtulunur mu? &#;Senin adına her şeyi efendi yapar;
ilme ve amele ne gerek var&#; anlayışı doğru mu?

-İslâm&#;da kişilerin değerlendirilmesi amel ve fiille, fiillerin değerlendirmesi ise niyyetledir. Herkes niyyeti kadar ecir ve sevab alır. İslâm&#;da birinin günahı sebebiyle bir başkası hesaba çekilemediği gibi, bir başkasının yaptığı amelin, diğerine faydası olmaz. Bu iki durum Kur&#;an nassı ile sabittir. Nitekim: &#;Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü üstlenmez.&#;[29], âyeti hiç kimsenin kimsenin günahını yüklenmeyeceğini; devamındaki &#;İnsan için kendi çalışmasından başka birşey yoktur. Ve çalışması da ilende görülecektir.”[30] âyeti ise herkesin ancak kendi yaptığıyla karşılaşacağını; &#;Kim zerre miktarı hayır işlemişse onu, kimde zerre miktarı şer işlemişse onu görecektir.&#;[31] âyeti de her amelin mutlaka değerlendirileceğini göstermektedir. Bu âyetler ışığında konuya bakıldığı zanlan kimsenin amelinin kimseye gitmeyeceği ve herkesten kendi amelinin beklendiği ortaya çıkmaktadır. Binâenaleyh insanın intisâb etmesi bir bilinç ve şuur sürecinin başlaması ve buna bağlı olarak amellerde duyarlılık anlayışının devreye girmesi demektir. İntisabın kurtuluşa vesile olan tarafı bu süreci başlatmış olmasıdır. Böyle bir süreci başlatmak yerine, kişiyi ilim ve amelden alıkoyacak bir intisâb anlayışı elbette yanlıştır. Ancak bu ifâdeler eğer kişinin kendi ilim ve amelini küçük görmesi ve mürşidinin ilim ve ameline değer vermesi anlamında kullanılmışsa o zaman başka. Ama bu haliyle, bu ifâdelerin gerçek tasavvufla irtibatı sözkonusu olamaz.

Günümüzde mürid, mürşidinin yüzünü görmeden tarikata giriyor. Eskiden mürid, mürşidinin dizidibinde, ondan feyz alarak yetiştiyordu. Bugünle dün arasındaki f arklar nedir? Aynı sonuç alınabilir mi?

-Günümüzde mensupları çok olan tarikatlarda müridlerin şeyhlerinin yüzünü görmeden initisâb ettikleri bir vakıadır. Gerçi eskiden de müridleri çok olan şeyhler müridlerinin hepsini dizidibinde yetiştirme imkânı bulamıyordu. Bunun için halîfeler istihdam edilirdi. Meselâ Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerinin Osmanlı ülkesinin muhtelif bölgesinde altmışı aşkın, Mevlânâ Hâlid Bağdâdî&#;nin ise yüzlerce halîfesi vardı. Bu halîfeler aracılığı ile müridlerini kontrol imkânı bulurlardı. Bugün de yapılan odur. Şeyhler her bölgede tarikatına bağlı müridlerini orada bulunan halifeler aracılığıyla
eğitmektedirler. Halîfeler çözemediği meseleleri şeyhlerinden öğrenmekte ve zaman zaman şeyhleriyle görüşmelerinde karşılaştıkları sıkıntılara çözüm aramaktadır. Hilâfetle görevli kişiler bazan da çok yetenekli gördükleri şahısları şeyhlerine göndererek onun katkısıyla daha da ilerlemesini sağlamaktadırlar. Şeyhe yapılan intisâb ile halîfesine yapılan intisâb arasında manevî yükseliş açısından fark olmaz. Önemli olan müridin teslîmiyyetidir. Çünkü halîfeye yapılan intisabı şeyhe, şeyhe yapılanı peygambere yapılan intisâb gibi düşünüp feyzalmaya çalışmalıdır.

Bir şeyhe intisâb etmeden islamî bir zühd hayatı yaşanamaz mı?

&#;  Bir şeyhe intisâb etmeden İslamî bir zühd hayatının yaşanması elbette mümkündür. Ama zordur. Çünkü zühdî hayatın özellikle dünyaya direnç gösterme, dünya sevgisini gönülden çıkarma boyutu oldukça zor bir iştir. İnsan çok kolay bir biçimde çevrenin etkisinde kalan bir yapıya sahiptir. Bu bakımdan dünyaya ilginin çok olduğu ortamda bir örnek şahsiyet olmadan ibâdet ve tâata yönelişte model şahsiyet bulunmadan direnç zayıf olur.

Bir mürşid-i kâmile bağlanmış olan bir şahıs bilâhare o yolu bırakırsa ma&#;nevî açıdan cezası nedir?

&#;  Bir mürşid-i kâmile bağlanarak ondan belli bir ders ve manevî eğitim almaya başlayan kimse bunu bırakınca elbette en azından verdiği sözden döndüğü için vebaldedir. Ayrıca &#;İbâdetlerin en hayırlısı az da olsa, devamlı olanıdır.&#;[32] hadisi gereği başlanmış bir ibâdet hayatını terkettiği için manevî bir sorumluluk yüklenmiş olur. Başlanan nafile ibâdet kişiye vâcib olur.

Hanımların kocalarının izni olmadan tarikata girmeleri caiz midir? Kocasının izni olmakla birlikte hanımların   evlerinin vazifesini ve kocalarını ihmal edecek kadar kendilerini evrad ve ezkâra vermeleri caiz midir?

-Hanımların her türlü maddî ve manevî işte kocalarıyla istişare ederek hareket etmeleri en güzel yoldur. Tasavvuf ve tarikat bir gönül ve vicdan işi olduğundan kadınların kocalarının hizmetlerini ihmâl etmeden, onların tecessüs ve kuşkusunu uyandıracak bir yanlışa düşmeden tarikata girmelerinde bir mahzur yoktur. Tarikat ve ruhî  hayat, kalbî hayatı dolu dolu yaşamaktır. Bu da farzlardan ve kocasının hizmetinden artakalan zamanda olmalıdır. Bir hanım için birinci vazife evi, eşi ve çocuklarıdır.
Bunlarla ilgili bir ihmâle düşmeden bir hanımın evrad ve ezkârı ile uğraşması mahzurlu değildir. Atalarımız ne güzel söylemişler: &#;Eve lâzım olan camiye haramdır.&#; Ancak bizler çoğu zaman ehem ile mühimi birbirine kanştınrız.   Bu telakkiye göre öncelikleri birbirine karıştırmadan hareket etmek şartıyla bir mahzur olmaz. Değilse mahzurludur.

Biz hanımların dünya telâşı biraz fazla oluyor. Bu yüzden aldığımız evradı çekemediğimiz zamanlar oluyor. Bu durumlarda ne yapacağız? Evradımızı kaza edecek miyiz? Âhırette bu alıp yapamadığımız evradın suâli olacak mı?

&#; Hanımların telâş ve meşguliyetinin fazla olduğu doğrudur. Bu telâşın çoğunun plansızlıktan olduğu da doğrudur. Özel mânâda tasavvuf ve tarikat, genel anlamda din, insanlara hayatı düzenli yaşamayı ve zamanı iyi kullanmayı telkin etmektedir. Bu bakımdan düzenli bir hayata ve zamanı iyi değerlendirmeye talip, tarikata girmiş kardeşlerimizin zamanı kullanma konusunda daha dikkatli olmaları gerekir. Alınan evrâd ve ders bir emânettir. Eğer çeşitli sebeplerle vaktinde yapılamamışsa ilk fırsatta kaza edilmelidir. Terketmek bir defa da olsa, insanın gündemine girerse ondan sonra yol
oluverir. İnsanın kendi iradesiyle alıp başladığı ve hayatının bir parçası olmak üzere manevi bir taahhüdde bulunduğu evradını terketmesi herhalde âhırette sorgu ve suâli nıûcib olacaktır. Çünkü insan böyle bir görevi almakla nafile olan bir işi kendisine vacip kılmış oluyor.

87 -Nefy ve isbat ne demektir?

&#; Genel olarak &#;mahv ve isbât&#; olarak da kullanılır. O takdirde anlamı bir şeyin izi kalmayacak derecede ortadan kalkması, sonra yeniden var olması, demektir.   Allah&#;ın yüksek derecedeki kullarını  kendi katına çekip onların nefslerini nefy ve mahv (yok) etmesi ve onları kendi katında var etmesi (isbât)&#;dir. Özel olarak Nakşbendiyye tarikatında &#;tevhid zikri&#;ne verilen addır. Tevhid zikrinin &#;la ilahe&#; kısmı nefy, &#;illallah&#; kısmı ise isbâttır. Nefy ve isbât zikri letâifin çalışmaya başlayarak sadrın genişlemesinden sonra telkin edilen zikir şeklidir. Dil damağa yapıştırılıp
nefes tutularak yapılan bu zikir şeklinde sâlik, &#;la ilahe&#; nefy kısmında gözünden bütün fânî varlıkların silindiğini düşünür ve gönlünde sadece Allah sevgi ve zikrinin kalması için &#;illallah&#; isbâtı ile darb edasıyla kalb bölgesine doğru yoğunlaşır. Zikrin yapılış tarzını şeyh ve halîfeleri tarif ederler. Bizim burada cevap olarak söyleyeceğimiz bu zikrin insanda meydana getireceği teksif ve gönülden çıkaracağı mâ-sivâ duygusudur.

 

 

5- İCAZET &#; SİLSİLE İLE İLGİLİ MESELELER

Tasavvufun çıkışını Hz. Ali ile Hz. Ebû Bekir (r.a.)&#;e dayandırıyorlar. Ama biz tasavvufun Hasan Basri zamanında ortaya çıktığını biliyoruz. Bunu ilmî olarak nasıl açıklayabiliriz?

&#; Tasavvuf ile ilgili bazı soruların cevaplarında da belirttiğimiz gibi tasavvuf muhtevası, telkin ettiği zühd ve takva duygusu, insanları ulaştırmayı hedeflediği ihsan ve rabbânîlik gibi konular itibarıyla Kur&#;an&#;da ve asr-ı sadette Allah Rasûlü ve ashabının hayatında vardı. Çünkü tasavvuf Hz. Peygamber&#;in manevî ve ruhanî otoritesinin müesseseleşerek devam eden şeklidir. O&#;nun manevi otoritesi kendisinden sonra bu işe ehil sahâbîler tarafından devam ettirilmiştir. Ancak bu otoritenin devamı olan silsilelerden bugün ancak ikisi kalabilmiştir. Bu silsilenin başı Allah Rasûlü&#;dür. Hasan Basrî değildir.

Tarikat silsilelerine de bakılacak olursa silsilede Hasan Basrî&#;nin Hz. Ali&#;den sonra yer aldığı ve ilk halkanın Allah Rasûlü olduğu görülmektedir. Hz. Peygamber&#;in söz, fiil ve takrirleri dışında bir de halleri vardı ki bunlar ancak O&#;nun yanında bulunmak bahtiyarlığına erenlerin hissedebilecekleri şeylerdir. Sahâbîliğin şerefi de oradan geliyor: Cenâb-ı Peygamber&#;in güzel yüzüyle birlikte dışına yansıyan, hissedilen fakat anlatılamayan hallerini idrâk etmek. Bu hallere şâhid olan sahâbîlerden herbiri bunu çevresindeki insanlara yansıtmışlar ve o duygu hâlesi bir teselsül ile devam etmiştir. Bu konuda en etkili şahsiyetler olarak Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali&#;nin silsileleri günümüze kadar devam etmiştir. Nakşbendîlerin hafî zikrinin sahabeden temsilcisi Hz. Ebû Bekir idi. Çünkü o, hicrette Sevr mağarasında Allah Rasûlü&#;nden: &#;Mahzun olma Allah bizimle beraberdir (maıyyet).&#;[33] âyetiyle hafî zikri ve Allah ile birliktelik telkinini almıştı. İslâm ile müşerref olan Hz. Ömer&#;e ilk tevhid zikrini telkin eden de Allah Rasûlü&#;dür. Hz. Ali ve diğer sahabîlerin bile Allah Rasûlü nezdinde toplu zikir telkinine muhâtab oldukları bilinmektedir.[34]

Nakşbendiyye tarikatı, Hâlid Bağdadî&#;ye kadar tek silsile geldiği halde ondan sonra bir çok silsilenin ortaya çıkmasının hikmeti nedir?

-Nakşbendiyye silsilesi Mevlânâ Hâlid Bağdadî&#;ye kadar da tek silsile değildir. Gerek Ortaasya ve Hindistan&#;da, gerekse Anadolu ve Balkanlar&#;da Ahrâriyye, Hâcegân ve Müceddidiyye gibi kollan vardır. Tarikatlar şeyh ve pirlerinin ictihâdlarıyla bir takım özellikler kazanmış ve yeni isimlerle anılan şubeler olarak faaliyet göstermişlerdir. Aynı durum diğer tarikatlar için de sözkonusudur. Nakşbendiyye&#;nin Hâlid Bağdadî hazretlerinden sonra Osmanlı ülkesinin her yöresinde pek çok temsilcilerinin bulunması ve medrese mensuplarınca da tasvip gören bir konumda bulunması, bağlılarının sayısını birdenbire artırmıştır. Hâlid Bağdâdî&#;nin yüzlerce halîfesini İmparatorluğun her bölgesine göndermesi, tasavvuf ve tarikatlarda yeni bir canlanma meydana getirmiştir. Yeniçeri ocağı ile birlikte Bektaşî tekkelerinin kapatılması ve oralara Hâlidî şeyhler tayin edilmesi, tarikatın etkinliğini artırmış; bu yüzden Hâlidî şeyhlerinin büyük bir kısmına izafetle tekkeler açılmış ve şubeler kurulmuştur. İstanbul&#;da bile dört Hâlidî tekkesi ve dört kol meydana gelmiştir. Bunlardan en eskisi Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî&#;nin kurduğu Gümüşhaneli dergâhı, ikincisi funduszeue.info&#;ad Erbilî&#;nin temsil ettiği Kelâmî dergâhı, üçüncüsü Eyup&#;ta Abdülhakim Arvâsî&#;nin yürüttüğü Kâşgarî tekkesi, dördüncüsü ise Fatih-Çarşamba&#;daki Mustafa İsmet Efendi dergâhıdır.

Vefat eden şeyhin yerine geçen halîfeler yeni yeni şubeler oluşturarak silsilede çoğalmalar meydana gelmiştir. İcazet ve ehliyet şartları tamam olduktan sonra bunun mürîdânı kontrol açısından faydası vardır.

Tasavvufta &#;seyyidlik&#; nedir? Seyyidliğin değeri ve şartı nedir?

Tasavvufta büyük şeyhlere genellikle &#;Seyyid&#; adı verilir. Asıl seyyidlik Hz. Hüseyin soyundan gelenlere verilen addır. Hasan soyundan gelenlere &#;Şerif denir. İlk tarikat kurucusu sayılan Abdülkadir Geylânî ve Ahmed er-Rifâî&#;nin &#;seyyid&#; olduğu bilinmektedir. İlk pirlerin &#;seyyid&#; olması, sonraki pirlerin de &#;Seyyid&#; adıyla anılması geleneğini doğurmuştur. Tasavvufta tarikat pirlerinin ekserisinin adlarının başında bulunan &#;Seyyid&#; unvanı, maddî ve sulbî olmaktan çok manevîdir. Tarikatlarda şeyh, baba konumunda olduğu için o silsileye dâhil olanlar o silsilenin evlâdları olarak
görülür. Zâten Hz. Peygamber&#;in &#;Ben size babanız makamındayım.&#;[35] hadisi bu manevi ilişkiyi teyid etmektedir. Silsileye dâhil olanlar Hz. Peygamber&#;in evlâdı konumunda olduğu için onlara seyyid unvanı verilir. Nitekim türk mutasavvıfı Aziz Mahmud Hüdâyî:

Ceddim u pirim sultan sensin yâ Rasûlallah

diyerek seyyidliğini anlatmaktadır. Ancak elinde seyyidlik belgesi olmadığından onun bu siyâdeti manevî sayılır.

Seyyidlik kayıtlarını tutan &#;Nakîbu&#;l-eşrâflık&#; diye özel bir müessese kurulmuştur. Bu müessesenin görevi, haksız yere seyyidlik nimetlerinden yararlanmak isteyen kimselere engel olmak , seyyidlerin itibarım korumaktı.

6- RABITA &#; TEVECCÜH İLE İLGİLİ MESELELER

Rabıta nedir? Rabıtasız olmaz mı? Rabıtanın ilmî delili var mı? Rabıta yaparken dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir? Resme yapılan rabıtanın hükmü nedir?

&#;  Rabıta, bağ, alâka, sağlamlaştırma, vuslat, ve muhabbet demektir. Nasıl sevgi, sevgilinin hayalini, güzelliğini, hal ve hareketlerini düşünerek kalbi sevgiliye bağlamak demekse, rabıta da sâlikin mürşidine sevgiyle gönülden bağlanmasıdır. Rabıta fıtrî ve tabii bir olgu olduğu için insan olan yerde vardır. Rabıta ideal kahramanların ideal davranışlarından yararlanma, o kahramanlarla bütünleşme ve aynîleşme yoludur. Rabıta insanî bir insiyaktır. Fizik, içtimaî, ruhî ve ahlâkî kişiliğin başkaları üzerinde olumlu, ya da olumsuz etkisidir. Her san&#;atın pir ve uzmanı, o ilim ve saıı&#;at
mensupları için örnek ve ideal insandır. Tasavvufta hedeflenen insanı, kâmil insanı yetiştirmek üzere müridlerin gönlüne kâmil bir model konur ve mürid
onunla aynîleşmeye çalışır. &#;Her yiğidin gönlünde bir aslan yatar.&#;  &#;Üzüm üzüme baka baka kararır.&#; gibi atasözleri kalbî bağlılık ve fizik beraberlik sonucu meydana gelecek etkileri ifade etmektedir.

Rabıtasız olmaz. Çünkü rabıtanın amacı gafleti kovup kalbin zulmetini defederek şeytanın vesveselerinden kurtulmak suretiyle &#;râbıta-i huzur&#;a ermektir. Yani sâlikin daima Allah&#;ın huzurunda bulunduğu duygusuna ermesini sağlamaktır. Her an Allah&#;ı karşımızda görür gibi yaşamaktır. Bunu sağlamak zor bir iştir. Çünkü Allah müşahhas bir varlık değildir. Bunu kavramak için kulun zihnen ve manen yoğunlaşmasını sağlayacak müşahhas bir objeye ihtiyaç vardır. Tasavvufta bu obje Allah&#;ın en mükemmel tecellîlerinin mazharı olan &#;insân-ı kâmil&#; konumundaki şeyhtir. Sâlik önce bu insân-ı kâmile, ardından Hz. Rasûl&#;e ve onun ardından Rabb-ı Müteâl&#;e kalbini rabtetmeli ve bu suretle huzûr-i kalbe erip fena fillâh&#;a varmalıdır. Rabıtaya somuttan soyuta geçmek için ihtiyaç vardır. İnsanoğlu doğrudan &#;Her nerede bulunursa bulunsun Allah&#; m huzurunda olduğu&#; duygusunu canlı tutabilmede zorlanmaktadır. Buna muktedir olabilenler için rabıtaya ihtiyaç yoktur.

Rabıtanın müsbet ilim ve psikoloji açısından delilleri vardır. Çünkü rabıta bir bakıma başkalarına benzeme ve taklid arzusunun tezahürüdür. Çocuklukta anne babayı taklidle başlayan, öğretmen ve ideal şahsiyetleri taklidle gelişen benzeme duygusu, fıtrîdir. Her insanın hayatında bunun belli bir yeri vardır. Burada benzeme taklidle kasdedilen, gelip geçici hevesler türünden benzeme değil, aynîleşmedir. Zira basit taklidler gelip geçicidir. Onlara fantezi demek belki daha uygun olur. Aynîleşme ise taklidin bir ileri derecesidir. Aynîleşmede önce benimseme, sonra alışkanlık hâline getirme sözkonusudur. İnsan karakteri başkalarının yaptıklarını aynen yapmak suretiyle farkına varmadan bir biçim kazanır. Kişinin şahsiyetinin dokunmasında sevdiğinin tavırları, önemli bir etki görür. Çünkü insan sevdiklerini önyargısız ve peşin hükümsüz benimser ve onlarla aynîleşir. Psikolojide buna &#;aynîleşme&#; (identification) denir.

Sûfilere göre rabıtanın nasıl yapılacağını ve nelere dikkat edilmesi gerektiğini şöyle özetleyebiliriz: Önce rabıta yapılacak kimse ahlâkî kemale ermiş, müşahede mertebesine ulaşmış bir mürşid-i kâmil olmalıdır. Sâlik bağlandığı böyle bir şeyhin huzurunda ve gıyabında onun suret ve sîretini hayal etmeli, yanında iken takındığı tavrı gıyabında da sürdürmeye çalışmalıdır. Rabıtada önemli olan şeyhin suret ve sîretini hayalde muhafaza etmektir. Suret ve sîreti hayalde muhafaza duygusu, zamanla şeyhin ahlak ve özellikleriyle bezenmiş bir hale gelmeyi sağlar. Çünkü güçlü şahsiyetler daima diğerleri için ilham kaynağıdır. Bir mıknatıs gibi onları çekip etkilerler.

Sûfîlerin rabıta için delil olarak öne sürdüğü bir takım âyetler vardır. Dileyenler onları âdâb kitaplarından görebilirler.[36] Biz onları burada tekrar zikretmek yerine sâdece iki hadise işaret etmek istiyoruz. Onlardan biri: &#;Sâlihlerin anıldığı yere rahmet iner.&#;[37] hadisidir. Sarihlerin sadece anılmış olması, Gazzali&#;nin de belirttiği gibi, rahmet-i ilâhiyyenin inmesi için yetmez. Ancak bu anma ile birlikte gönülden onlara benzeme arzusu uyanırsa, böyle bir aktivite ve aksiyon, rahmet sebebi olur. İkinci hadis ise Hz. Hasan&#;ın dayısı Hind b. Ebî Hâle&#;den Hz. Peygamber&#;in bilyesini sormasıdır. Hz. Hasan&#;ın: &#;onun özelliklerini dikkate alıp kalbi bir bağ kurmak için onu bana tasvir etmeni istiyorum.&#;[38] sözü fiilen rabıtayı anlatmaktadır.

Resimle rabıta konusu ise putlarla mücâdele eden bir dinin mensuplarının kafalarını karıştırıp endişeye sevkettiği için sakınılması gereken bir husustur.

Rabıtanın gizli şirk olduğuna dair itirazlar var. Rabıtanın yanlış anlaşılmasında uygulanış ve algılanışının etkileri var mıdır?

&#; Rabıtanın şirk oluşu ile ilgili değerlendirmeler soruda da isabetle belirtildiği gibi, genellikle yanlış uygulama ve algılamalarla ilgilidir. Rabıta tabiî ve fıtrî bir olay olmanın ötesinde ibadetlerde tamamlayıcı bir unsur gibi görülünce, rabıta yapılan şahsın kul ile Allah arasında üçüncü ve aracı bir şahsiyet olduğu düşüncesi gündeme gelmiştir. Takdimdeki bir takım eksikliklerle uygulamadaki farklılıklar rabıtayı tartışmalı bir konu hâline getirmiştir. Oysa fıtrî anlamıyla düşündüğünüz zaman rabıtasız insan yoktur. Herkesin bir rabıtası vardır. Çünkü her yiğidin gönlünde bir aslan yatar. Özellikle ibâdete başlarken ve ibâdet sırasında yapılan rabıtayı adetâ ibâdeti rabıta yapılan şahsa yapıyormuş şeklinde bir yanlış algılama rabıtayı sıkıntıya sokmuştur. Bir de rabıtayı bir kalbî sevgi gibi görmek yerine, özel bir ibâdet biçimi gibi görenler çıkmıştır.

En güzel rabıta ne şekilde yapılır?

-Rabıta bir bağdır ve üç çeşidi vardır:

l &#; Tabiî rabıta: Kişinin evlâdı ve yakınlarına duyduğu sevgi bağı,

2- Bayağı rabıta: Dünyevî şeylere duyulan ilgi,

3- Mukaddes ve ulvî rabıta: Allah, Peygamber ve sâlih kullara salâhından dolayı duyulan sevgi. Rabıtanın bu derecesi makbul olan tasavvufî rabıtadır. Bunun da üç derecesi vardır:

1-  Mübtedîlerin rabıtası:   &#;Kişi sevdiği  ile beraberdir.&#;[39]; &#;Herhangibir topluluğa benzemeye çahşan onlardandır.&#;[40] hadisleri gereği, mürşide huzurda iken gösterilen edebi, gıyabında da göstermek ve bu suretle şeyhin boyasına boyanmaya çalışmak. (Fena fi&#;ş-şeyh)

2-    Mutasavvıtların rabıtası: Hayatın her ânında Rasûlullah&#;ın huzurunda gibi hareket etmek, Hz. Peygamber&#;in &#;üsve-i kasene&#; olan ahlakıyla bütünleşmek. (Fena fi&#;r-Rasûl)

3-  Müntehilerin rabıtası: &#;Nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir.&#;[41]; &#;Biz insanoğluna şahdamarmdan daha yakınız.&#;[42] Âyetlerinin sırrını idrâk şeklindeki &#;râbıta-i huzûr&#;dur. (Fena fillâh) Bu sıraya göre yapılan, ilki şeyhinin suretini gözü önünde tahayyül etmek ve sonuncusu gönlü Allah ile birlikteliğe açmak şeklindeki rabıta, gerçek ve en güzel rabıtadır.

&#;Peygamber dururken mürşide rabıta yapılmaz, biz Peygamber&#;e rabıta yapıyoruz&#; diyenler var. Bunlann durumu nedir?

&#;  Yukarıdaki soruda da belirttiğimiz gibi gerçek rabıta Peygamber&#;e ve Allah&#;a yapılan rabıtadır. Bir insan böyle bir rabıtayı kurabiliyorsa zâten o işin zor kısmını halletmiş demektir. Hattâ seyr u sülük sırasında dersi murakabelere çıkmış ve murâkabe-i ahadiyyet&#;te İhlâs sûresinin mânâsını, murâkabe-i maiyyette &#;N er de olursanız olun, O sizinle beraberdir.”[43] âyetinin   anlamını,   murâkabe-i   akrabiyyette    &#;Biz   insanoğluna
şahdamarından daha yakınız.&#;[44] âyetinin tefsirini, murâkabe-i muhabbette &#;Allah onları, onlar da Allah&#;ı sever&#;[45] âyetinin mânâsını düşünen sâlikten rabıta düşer. Bu dereceye gelmiş birinin şeyhe rabıtada ısrarı şirk sayılır. Buradan rabıtanın amacının kişiyi tedricen bu duygulara yükseltmek olduğu anlaşılmaktadır. Hal böyle olunca: &#;Biz Peygamber dururken başkasına rabıta yapmayız&#; diyenler bunu bu anlamda söylüyorlar ve buna muvaffak olabiliyorlarsa ne âlâ. Ama sadece bir şeyhe bağlanıp rabıta yapmak nefslerine ağır geliyor da söylüyorlarsa o zaman da durum farklı. Çünkü sevgisiz ve teslimiyyetsiz rabıta olmaz.

Tasavvufla ilgili bir kitapta şöyle yazıyor: &#;Kişi namazı huşu ile kılamıyor, Allah&#;ın huzurunda olduğunu düşünemiyorsa, Peygamber Efendimiz’i düşünmeli; onu da beceremiyorsa şeyhini düşünmeli; sanki şeyhi onun önünde namaz kılıyormuş gibi düşünmeli ve utanarak namaz kılmalıdır.&#; Kaynak olarak İhyâu ulûmi&#;d-din gösterilmekte. Namazda bir insanı düşünmek nasıl oluyor, izah eder misiniz?

-Alıntısını sunduğunuz bölümün kaynağını belirtmemişsiniz. İhyâ&#;nın kaynak   gösterildiğine işaret etmişsiniz. Alıntıda yapılan sıralama bizim yukarıdan beri saydığımız tedricî ölçülere uygun düşmektedir. Çünkü hedef, huşu ile dîvân-ı ilâhîde durmaktır. Bu olmayınca gönlü Allah Rasûlü&#;ne rabtetmektir. İnsan kalbi değişkendir. Devamlı yeni şeyler düşünür ve havâtır kalbi işgal edebilir. Buna engel olmak için bir yoğunluk gerekiyor.
Bunun için namazda olduğu bilincini diri tutacak araçlar bulmak gerekiyor, insanı en çok şoke edip ilgisini toplamaya yarayacak şey, çok sevdiği veya korktuğu şeylerle yüzyüze gelivermesidir. Namazda bir an şeyhi gözünün önünde canlanan kimse onun şok etkisiyle hâlinden ve gafletinden irkilip utanarak Allah&#;a yönelmeye çalışacaktır. Namazda kişinin şeyhini hatırlaması herhalde başka dünyalık şeyler hatırlamasından; işini, eşini, çoluk çocuğunu düşünmesinden daha iyidir. Namaza girerken veya namaz esnasında mahcûb bir eda ile şeyhini ve onun kendi önünde namaz kıldığını düşünmesi niye mahzurlu olsun. Çünkü zâten binbir türlü dünyalık insan zihninden eksik olmuyor.

Âdâb kitabında rabıtayla ilgili bir yerde: &#;Şeyhinin suretini iki gözü arasında tahayyül etmek&#; şeklindeki bir ibare, dinleyenlerden birinin zihninde şöyle bir soru uyandırdı: &#;İnsanın alnı secde mahallidir. Allah&#;tan başkasını oraya yakıştırmak uygun olur mu?&#;

&#;  &#;Şeyhinin suretini iki gözü arasında canlandırmak&#; ibaresinden kasdedilen, şeyhini gözünün önünde hayal etmektir. Hattâ şeyhiyle gözgöze geldiğini düşünmektir. Çünkü insanların birbirleriyle iletişimde en etkili organ gözdür. Modern psikolojide iletişimin konuşmadan çok, göz ve yüz ifadeleriyle anlatılan sessiz mesajlarla olduğu kabul edilmektedir. Sevgi ve şefkat dolu tebessümlü bakışların insanı ne kadar etkilediğini herkes bilir.
Mürid yüzünü her zaman göremediği şeyhinin suretini gözünün önünde canlandırarak sevgi duygusunu canlı tutar. İnsanı alıcı yapan söylenen sözden çok ortamdır. Ortamı hazırlayan da bütün duyu organlarını kalbe yardımcı hâle getirecek bir yoğunlaşmadır. Eşrefoğlu&#;nun &#;Dil dudak deprenmeden sözden anlayan gelsin&#;   sözü, ortamın iletişimdeki etkisini gösteriyor. Yoksa şeyhin iki göz arasında hayal edilmesi, secde mahalli olan
alna bir beşerin yerleştirilmesi demek değildir. İnsan olaya nasıl bakarsa öyle görür. Ona göre sonuçlar çıkarır. Bunlar genellikle rabıtanın şirk olduğunu isbâta soyunmuş kimselerin kasıtlı beyanlarının insanlarda bıraktıkları izlerdir.

&#;Suret rabıtasında rabıta ettiren lâyık olmazsa rabıtanın hüsran ile neticeleneceği&#; söylenir. Hüsrandan maksad nedir?

-Âdâb adıyla terceme edilen el-Behcetü&#;s-seniyye&#;de Mevlânâ Hâlid Bağdâdî&#;nin bir halîfesine yazdığı mektup suretinde bu konuya açıklık getirilmektedir: &#;Tarikatımızın muhakkıkları sarahaten beyan etmişlerdir ki, vücûdundan fânî olmayan bir kimseye rabıta etmek, rabıta edeni menzil-i maksûda ulaştırmaz. Bilakis onu içinden çıkamıyacağı vartalara düşürür. Bizim sizden beklediğimiz bizden selâm ve kelâmı kesmemenizdir. Mürüvvet ve vefakârlık göstermek ahdinizin gereğidir. Sık sık yanımıza gelin. Bu mümkün olmazsa bu fakîr-i kıtmîre yazılı olarak başvurun. Bizim ihvanımızdan öyleleri var ki, sizden çok daha fazla meşakkat çekmiş olmalarına, bizimle sohbet, bize tâbi olma ve hizmet cihetinden sizden çok daha önde bulunmalarına rağmen bizim işaretimiz olmayınca hareket etmezler. Bilesin ki bu tarikat, kendisini şeyh sananların oyuncağı değildir. Gözlerinin önünde suretiniz zahir olsa bile, müridlerinizin size rabıta etmelerine müsâade etmeyin. Zira bu işiniz, size iblisin tuzağıdır. Hiçbir kimseye de sizin halifeniz olduğunu söylemeyin. Çünkü bu hususta bizden izin almanız gerekir.&#;

Mektuptaki ifâdelerden daha yolun başında olduğu halde bazı yüksek görünen haller arız olan nakıs kimselerin kendilerine rabıta yaptırmaya kalkışmaları, hem kendilerini hem müridlerini tehlikeye düşüreceği anlaşılmaktadır. Henüz gerekli olgunluğa ermemiş ve irşâd liyâkati sabit olmayan müteşeyyihlerin rabıta yaptırmaları kendileri açısından bir benlik iddiası olacağından hüsran sebebi olur. Liyakatsizliği başkalarını da saptırmak suretiyle manevî hüsranına sebep olabilir. Çünkü rabıta ile mürid, şeyhinin suretini gözünün önünde tahayyül edecek. Henüz kendisi olgunlaşmamış nakıs birinin böyle düşünülmesinin ne tür bir tahribat yapabileceğini kestirmek zor değildir.

Silsile inkıtaa uğrayıp mürşid yetişmeyince yıllar önce ölmüş kişiye rabıta yapılır mı? Yapılırsa silsileyi devreden çıkarıp doğrudan Hz. Peygamber (a.s.)&#;e rabıta yapsak daha iyi olmaz mı?

&#; Rabıta, kâmil bir mürşidle kalbî bağ kurmak demektir. Bu bağın en kolay biçimde kurulmasını sağlayan elbetteki hayatta olan mürşiddir. Silsile ve rabıta zâten geçmiş mürşidlere ve Peygamberimiz&#;e doğrudan kalbî bağ kurmada acze düşüldüğü için tavsiye edilmiştir. Meşâyıh arasında ölmüş bir  mürşid-i kâmile rabıta yapılabileceğini, önemli olanın rûhâniyet olduğunu ve bu rûhâniyetle irtibat kuran kimselerin bunu yapabileceğini söyleyenler vardır. Ancak yaygın olan görüş rabıtanın yaşayan bir mürşide yapılmasıdır. Ölmüş bir şeyh yerine doğrudan Hz. Peygamber&#;e rabıta yapmak -eğer
yapılabilirse- elbette daha iyidir.

Teveccüh ne demektir?

-Teveccüh yöneliş demektir. Genelde Hakk&#;a yöneliş ve kalbî alâka için kullanılır. Müridin mürşidine bağlanıp yönelmesi anlamında kullanıldığı gibi, mürşidin müridini karşısına alıp ona nazar etmesi anlamında da kullanılır. Bu mânâdaki teveccüh için: &#;Allah Teâlâ benim sadrımı ne ile doldurdu ise, ben onu aynıyla Ebû Bekr&#;in sadrına ilkâ ettim.&#;[46] hadisi delil sayılmıştır. Mürşidin nazar ve nefesiyle müridini etkileyip onu bir bakıma ruhî yükselişe hazırlaması, güneşe tutulan büyüteçlerin yoğunlaştırdığı güneş ışınlarının, temas ettiği maddeleri yakmasına benzer. Teveccüh daha çok Nakşbendîlikte kullanılan bir kavramdır. Teveccühün müridden mürşide doğru olanı &#;râbıta-i muhabbet&#; denilen şekildir. Mürid, mürşidinin rûhâniyetine muhabbet yoluyla teveccüh edince mürşidin rûhâniyeti onun bâtınında feyz tesiri gösterir. Bu feyz, beşerî zaaf ve sıfatları izâle ederek mürid, tedricen şeyhinin boyasına boyanır. Bu sevgi sonucu meydana gelen kalbî beraberlik, şahsiyet transferi ve aynîleşmeyi doğurur.

7- SOHBET İLE İGİLİ MESELELER

Sohbet ve âdabı nedir? Bilgi verir misiniz?

&#; Sohbet beraber bulunmak, arkadaş ve dost olmak anlammadır. Peygamber, mürşid, muallim ve üstadla fizikî beraberlik sohbet kelimesiyle ifâde edilmiştir. &#;İmanla Hz. Peygamber&#;i gören, onunla beraber bulunan ve bu imanla ölen&#; kimselere verilen &#;sahâbî&#; adı, sohbet kökündendir. Hz. Peygamber, ashabını sohbetle yetiştirmiştir. Sohbette hem sözlü eğitim, irşâd ve tebliğ vardır, hem de hâl eğitimi ve manevî yansıma vardır. Şeyh veya görevlendireceği bir vekili vasıtasıyla ihvanın belli zaman ve mekânlarda bir araya gelmesi söz, fiil ve hâl ile etkileşimdir. İnsanın ahlâk eğitimi ve manevî terbiyede kabiliyetlerini ortaya çıkaracak ve geliştirecek bir aşıya ihtiyâcı vardır. Bu aşı yetişkin, kemâl ehli kişilerle beraber bulunmaktır. Allah dostlarının lâfızları ve sözleri kadar nazarları ve halleri de etkilidir. Sıdk makamına eren insanlar kal lisânından çok hâl diliyle konuşurlar. Zâten fiilleri ve hâli etkili olmayanın söyledikleri hiç etkili olmaz. Sözün nûrânîliği, kalbin nûrânîliği kadardır. Beşerî eğitimde en etkili yöntem, örnek olma verilen eğitimdir. &#;Mümin müminin aynasıdır.”[47] hadisinde ifâde edildiği şekilde kişinin güzel huylarla bezenmesi o huylara sahip, temiz kimselerle bir arada bulunmasına bağlıdır. Nitekim Kur&#;an&#;da: &#;Ey iman edenler, Allah&#;tan korkun ve sâdık, sâlih- kimselerle beraber olun!”[48] âyeti insanların iyilerle birlikte bulunmasını emrederken &#;Hatırladıktan sonra zâlim kavmin yanında oturup kalma!&#;[49] âyeti nefsine karşı zâlim kimselerle uzun boylu sohbet ve ülfeti yasaklamaktadır.

Sohbetin bir eğitim aracı olarak kullanılması özellikle tarikatların ortaya çıkışından sonraki döneme rastlar. Nakşbendiyye tarikatı, kurucusu Şâh-ı Nakşbend hazretlerinin &#;Tarîk-ı mâ der-sohbet&#;est&#; (Bizim yolumuz sohbet yoludur) sözü bu tarikatta &#;sohbet ve maıyyet&#; usûlünü öne çıkarmıştır. Eğitim amacıyla gerçekleştirilen sohbet toplantılarından azamî istifâdenin sağlanması için şu hususlara dikkat edilmesi üzerinde durulmuştur:

Sohbete Gelirken

1-             Sohbet günü iştiyakla beklenmeli ve abdestle gidilmeli,

2-             Sohbete katılan herkesi kendinden üstün görmeli,

3-             Sohbete gelirken sağda solda oyalanmamalı,

4- Sohbete Hakk&#;ın rızâsını kazanmak ve kardeşleriyle ülfet etmek için gitmeli,

5-Kafasında ve gönlündeki takıntıları bırakarak sohbete katılmaya çalışmalıdır.

Sohbet Sırasında

1-     Sohbete tayin edilen vakitte gelmeli mürid sohbete, geç kalmış ve sohbet başlamışsa hemen boş bir yere oturmalı, selâm ve musâfaha ile sohbeti kesmemeli,

2-  Sohbetle vazifeli şahsın yanına, yer gösterilmeden oturmamalı,

3-  Sohbet için oturur oturmaz gözler yumulu, eller dizüstünde, teveccüh, ve rabıta ile sükûnet ve kalb huzuru içinde sohbeti dinlemelidir,

4-   Sohbeti mürşidi yapmıyorsa bile mürşidinden dinliyormuş gibi dinlemeli,

5-Sohbet sırasında soru sorulmamalı, sorular özel meclislerde veya sohbet sonunda sorulmalı,

6-     Sohbet süresince mümkünse iki dizi üstünde, değilse en uygun bir şekilde ve edeble oturmalı,

7-  Sohbetlerde boş ve faydasız söz konuşmamaya; gıybet ve dedikoduya, politikaya girmemeye dikkat etmelidir.

8-     Sohbet bittikten sonra selâmlaşarak dağılmalıdır.

Tasavvufta, kalbi kara insanlarla oturmanın manevi hali etkileyeceği ve bundan sakınılması gerektiği belirtiliyor. Eğer biz, bu insanlardan kendimizi sakınırsak, bunlara kim yol gösterecek?

Tasavvufta sohbet ve arkadaşlık açısından insanlar dört gruptur:

1-       Arkadaşlık ve sohbeti ilâç mesabesinde olan kişiler. Bunlar müridlerinin hastalıklarına göre ilâç veren mürşidlerdir.

2-   Arkadaşlık ve sohbeti gıda gibi olanlar. Bunlar da ihvan ile mümin insanlardır. Onlarla birliktelik insanın manevi hayatım ve ruhunu besler. Bu yüzden gıda sayılmıştır.

3-   Arkadaşlık ve sohbeti mikrop gibi olanlar. Bunlar fâsık ve fâcir insanlardır. Haramları açıkça işleyen, farzları yapma kaygısında bulunmayan, günaha dalmış kişilerdir. Böylelerinin kötü tavır ve alışkanlıkları bir mikrop gibi insanlara bulaşır.

4-   Arkadaşlık ve sohbeti zehir gibi olanlar. Bunlar da inançsız, mülhid ve ateist insanlardır. Öylelerinin iman nurundan mahrum ve inkâr ile kararmış kalbleri, bir zehir gibi çevresini etkiler.

Sorunuzdaki &#;kalbleri kararmış insanlar&#; bu tasnifte üçüncü, hattâ dördüncü gruba girdiğinden bunlardan hazer edilmesi gerekir. Ancak bu insanlardan sakınılması, bunları büsbütün terketmek anlamına gelmez. Burada ifâde edilmek istenen, özellikle henüz imanda kemâle ermemiş ve sülûkün başında bulunan kimselerin bu kişilerle yakın temas ve dostluk kurmamalarıdır. Yoksa seyr u sülükte belli mesafe almış kimselerin bu kişilere ulaşması ve onları irşâd çerçevesi içine alması gerekir. Ama henüz kendi problemini halletmemiş kişilerin böyle bir işe kalkışmaları gerekmez. Faydalı da olmaz. Sonra yasaklanan dostluk ve arkadaşlıktır. Hiç görüşmemek, küs gibi davranmak hoş değildir. Çünkü müslüman herkese hüsn-i muamele ile en iyi tebliği yapmış olur.


8- ZİKİR İLE İLGİLİ MESELELER

Zikir nedir, nasıl yapılır? Efdal olan zikir hangisidir?

&#; Zikir, hatırlamak, zihinde tutmak, yâd etmek, unutmamak ve anmak anlamına Kur&#;an kaynaklı bir tasavvuf kavramıdır. Bütün tasavvuf büyükleri ve tarikat ricali, zikri, yollarının temel esası saymışlardır. Zikir, çeşitli türevleriyle (iştikak) Kur&#;an&#;da &#;den fazla yerde geçmektedir. Sûfîler zikri &#;Elest bezmi&#;ni ve orada verdiğimiz sözü hatırlamak olarak
anlamaktadırlar. Semâ ise: &#;Elestü bi-rabbiküm&#; hitabını duymaktır. Kur&#;an&#;m kendisi ve emirleri hep bu ilâhî mukaveleyi hatırlatan birer zikirdir. Bu yüzden Kur&#;an bizzat kendisini ve namazı da zikir olarak adlandırmıştır. Buradan amacın &#;elest bezmi&#; sözleşmesini unutmamak olduğu da anlaşılmaktadır. Mutasavvıflara göre gerçek zikir, Allah&#;ı şiddetle sevmek, O&#;ndan nasıl korkulmak gerekiyorsa öyle korkmak ve gaflet
meydanından müşahede semâsına yükselmektir. Ya da Mezkûr; yani Allah&#;dan başkasını unutmaktır. Çünkü Allah &#;Unuttuğun zaman rabbım zikret! (hatırla)&#;[50] buyuruyor. Kur&#;an&#;da iki tür zikir emri vardır: Mutlak ve mukayyed zikir. Kur&#;an&#;da herhangi bir kayıt belirtmeden mutlak mânâda ve çok çok zikretmeyi emreden âyetler vardır.[51] Bunların emrettiği   zikir,
gafletin zıddı anlamındaki kalbî zikirdir. Allah&#;ın adının anılmasını emreden[52] âyetler ise kalbî mânâda zikre muvaffak olamayanlara dil ile zikretme kolaylığı sağlamakta ve bir bakıma kalbî zikre hazırlık yaptırmaktadır.

Zikirden maksad Allah&#;ı hiç unutmamak olduğuna göre, zikrin efdal olanı kalbî ve hafî olanıdır. Ancak cehrî olarak yapılan zikirlerin herb&#;rinin sâlikin durumuna göre ayrı özellikleri vardır. Tevhid zikrinin kalbi masivâdan temizlemede, lâfza-i celâl zikrinin kalbî zikre ermede ayrı bir yeri vardır. Bunlardan hangisinin kime ne kadar yararlı olacağını mürşidler tayin eder.

Hz. Peygamber (s.a.), sahâbelerine hergün çekmeleri için belli bir vird vermiş midir? Veya onlara kendisini rabıta veya vesile ederek Allah&#;a dua etmelerini söylemiş midir? Açıklar mısınız?

-Hadis kitaplarında Hz. Peygamber&#;in bizzat kendisinin, günde yetmiş veya yüz defa tevbe ve istiğfar ile meşgul bulunduğunu gösteren[53] rivayetler bulunduğu gibi, önce fakir sahâbîlere özel olarak, daha sonra diğer sahâbîlere ve bütün ümmete öğretip benimsettiği tesbîhât (otuz üç kerre subhânallah, 33 kerre elhamdu lillâh, 33 kerre Allahu ekber) vardır. Hemen bütün hadis kaynaklarının naklettiği bu rivayetten başka Hz. Peygamber&#;in özel olarak bazı sahâbîlere bir takım evrâd verdiği de görülmektedir. Nitekim Ahmed b. Hanbel&#;in tesbitine göre Ebû Talib&#;in kızı Ümmühâhî şöyle anlatıyor: &#;Allah Rasûlü bir gün evimizi teşrif etmişti. Ben kendisine: &#;Yâ Rasûlallah, artık yaşlandım ve zayıfladım. Bana oturduğum yerden yapabileceğim bir amel tavsiye etseniz.&#; dedim. Şöyle buyurdular: &#;Yüz kere subhânallah de!.. Yüz kerre elhamdu lillâh de!.. Yüz kerre de la ilahe illallah de!..”[54]

Peygamberimiz&#;in kendisini vesîle ederek dua etmesini emrettiğini gösteren şöyle bir rivayet vardır. Gözleri kapanan bir adam Peygamberimiz&#;e gelerek: &#;Yâ Rasûlallah gözlerim kapandı. Benim için dua buyur.&#; dedi. Peygamberimiz şu karşılığı verdi: &#;Abdest al, iki rek&#;at namaz kıl, sonra da şöyle de: Allah&#;ım peygamberin Muhammed ile sana tevessül ediyorum. Ey Muhammed, gözümün açılması için senin şefaatçi olmanı isliyorum. Allah&#;ım onun hakkımdaki şefaatini kabul buyur.&#; Ardından Hz. Peygamber şöyle ilâve etti: &#;Bir ihtiyâcın olduğu zaman hep aynısı yap!&#; Bu olaydan sonra adamın gözleri açılmıştır.[55]


9- AYİN- SEMÂ İLE İLGİLİ MESELELER

Âyin ve semâ nedir?

-Tarikatlarda topluca yapılan zikre genellikle âyin veya semâ adı verilir. Âyin merasim, âdet, tören ve şölen anlamlarına Farsça bir kelimedir. Semâ ise işitmek, işittirmek ve dinlemek anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Daha sonraları, önce musiki ve ilâhî dinlemek anlamına, ardından da musiki ve musiki ile birlikte yapılan ritmik hareketler anlamına kullanılmıştır. İlk devir sûfileri, meclislerinde Kur&#;an&#;dan sonra güzel sesli
kimselerden Allah ve Peygamber sevgisini anlatan âhiret ve ölüm konularını işleyen manzum ve mensur parçalar dinlerdi. Güzel sesle okunan Kur&#;an ve ilâhîleri dinlerken de &#;Elest bezmi&#; hatırlanıp &#;Elestü bi-rabbiküm&#; hitabı fiilen duyulmak istenirdi. Bu amaçla başlayan bu zikir toplantıları, her tarikata göre ayrı adlar alarak kendi usul ve yöntemlerine göre şekillenmiş oldu. Meselâ Mevlevîlerin zikrine semâ, Kadirîlerinkine devrân, Sa&#;dîlerinkine kıyam, Nakşîlerinkine hatm-i hâcegân gibi adlar verildi.

Hatm-i hâcegân nedir? Peygamberimiz ve hulefâ-i râşidînden örneklendirir misiniz?

&#;  Hatm-i hâcegân Nakşbendiyye tarikatında toplu zikre verilen addır. Hz. Peygamber ve hulefâ-i râşidîn döneminde böyle bir uygulamanın olup olmadığını soruyorsunuz. Asr-ı saadette bizzat Hz. Peygamber&#;in toplu zikir yaptırdığını gösteren rivayetler vardır. Ahmed b. Hanbel&#;in naklettiği bir olay şöyledir: &#;Şeddâd b. Evs anlatıyor:

Hz. Peygamber&#;le beraber bir evde idik. Bize sordu: &#;İçinizde garib; yani ehl-i kitaptan bir kimse var mı?&#; Biz: &#;Hayır&#; dedik. Sonra kapıyı kapatmamızı emretti ve şöyle dedi. &#;Ellerinizi kaldırın ve La ilahe illallah deyin.&#; Ellerimizi kaldırdık ve la ilahe illallah dedik. Sonra Hz. Peygamber: &#;Allah&#;a hamdolsun. Yâ Rabbi, sen beni bu kelime ile gönderdin, bana bunu emrettin ve onda bana cenneti vaad ettin. Sen vaadinden dönmezsin.&#; dedi. Sonra da şöyle buyurdu: &#;Sevinmez misiniz, Allah sizin hepinizi afvetti.&#;[56] Bu hadiste geçtiği gibi insanların tevhid kelimesi veya başka ilâhî isimlerle zikretmek üzere bir araya gelmeleri sünnetteki uygulamaya uygundur. Allah Rasûlü&#;nün &#;içinizde yabancı (garib) var mı?&#; buyurarak aralarında yapacakları işi yadırgayacak bir kimsenin bulunup bulunmadığını kontrol etmesi, Hatm-i hâcegâna ehl-i tarik olmayan yabancıların alınmamasının dayanağıdır. Toplu zikrin asr-ı saadetteki bir başka örneği Ebû Saîd el-Hudrî&#;den gelen bir rivayette anlatılmaktadır. Bu rivayete göre Allah Rasûlü birgün halka teşkil etmiş bulunan bir sahabe topluluğunun yanına vardı. Onlara niçin böyle oturduklarını sordu. Onlar da: &#;Kendilerine başta İslâm olmak üzere pekçok nimetler veren Allah&#;ı zikretmek için bir araya geldiklerini&#; anlattılar. Peygamberimiz tekrar: &#;Siz gerçekten sadece Allah&#;ı zikretmek için mi toplandınız?&#; diye ısrarla sorunca sahâbîler: &#;Vallahi sadece bu maksadla bir araya geldik.&#; diye yemin ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: &#;Israrla sormam sizi itham ettiğim için değildi. Cebrail bana: &#;Allah&#;ın sizlerle meleklerine karşı iftihar ettiğini haber verince ben de sizin tam olarak ne ile meşgul olduğunuzu anlamak istedim.”[57]  buyurdu.


MÜCÂHEDE- RİYÂZAT İLE İLGİLİ MESELELER

Mücâhede ve riyâzat ne demektir?

&#; Mücâhede insanın nefsinin arzularına, kötü isteklerine ve şeytanın isteklerine karşı direnip savaşması demektir. Bu savaşın silâhı ibâdetler, zikir, teşbih ve duadır. Nefs düşmanına bu silâhlarla saldırıp onun ikmâl kaynağının etrafını riyâzat mayınları ile döşemek gerekir. Riyâzat ise nefsin ve tenin isteklerini kesmek, asgarîye indirmek ve ona zor gelen şeyleri yaptırmaktır. Az yemek, mideyi doldurmamak, az uyumak ve bu suretle nefsi inceltmektir. Mücâhedeye nefs ile cihâd da denir. Mücâhede ve riyâzat birbirine yakın anlamlarda iki kavramdır. Mücâhede nefsi iyiliğe zorlamak, riyâzat ise onu bu işe alıştırmaya çalışmaktır. İşin başı mücâhede, devamı
riyâzat, neticesi müşahededir. Nefs ile ınücâhedenin genellikle kabul edilen görüşe göre üç riyâzat özelliği vardır: Az yemek, az uyumak ve az konuşmak. Bunlara bazan halktan uzaklaşma anlamına halvet ve çileyi katanlar da vardır.

Bir lokma, bir hırka&#; düşüncesi İslam&#;a uygun mu? Tasavvuf insanı pasifize eder mi? Veya hayatın belli alanlarından çekilmesini temin ederek başarısızlığına sebep olur mu?

-Önce &#;bir lokma ve bir hırka&#; sözünün nereden çıktığına bakalım. Bir hadiste Allah Rasûlü şöyle buyurur: &#;Şu üç şey müstesna kıyamet günü herşeyden sorulacaksınız: Sırtınızı örtecek bir hırka, açlığınızı giderecek bir kaç lokma ve soğuk sıcaktan koruyacak bir yuva.&#;[58] Tekkeleri ve camileri, dervişlerin ve müminlerin evi sayarsak hadise göre insanın aslî ihtiyâcı olarak bir lokma ve bir hırka kalıyor. Şunu da gözönünde bulundurmak gerekir: Sûfiler &#;bir lokma ve bir hırka&#; ölçüsünü infâk için koymuşlardır. Kişinin nefsi için harcayıp israfa düşmeyeceği şeyin ölçüsü budur. Ama
üretim ve îsâr için bir sınır yoktur. İnsanın özünde &#;tûl-i emel&#; vardır. Bu yüzden ebedi kalacakmış gibi ve taparcasına dünyaya dört elle sarılır,insandaki tûl-i emelin önüne geçmenin yolu, ihtiyaçları sınırlandırmaktıfunduszeue.infoün ekonomiyi tarif edenler onu: &#;Sınırsız ihtiyaçların sınırlıkaynaklardan sağlanması ilmi&#; olarak tanımlarlar. Ekonomistler ihtiyaçları sınırsız, kaynakları sınırlı görürler. Oysa İslâmî ve tasavvuf! Telâkkide kaynaklar sınırsız, ihitiyaçlar sınırlıdır. Çünkü Allah Teâlâ:  &#;Allah&#;ın
nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız.&#;[59]  buyurur. İnsanın ihtiyaçlarıda yukarda geçen hadis ve tasavvufi telâkkiye göre sınırlandırılmıştır. Bu anlayış sağlandığı zaman, sadece kendisini düşünen &#;ben&#; merkezli insanların yerini diğergâm insanlar alır. Bu bakımdan bu anlayışı bir üretim ölçüsü gibi değil, infâk ve îsâr sınırı olarak düşünmelidir. Yani insan varlığını elinde avucunda bir lokma ve bir hırka gibi zaruri ihtiyaçları kalıncaya kadar başkalarına verebilmelidir.

Tasavvuf insanı pasifize etmez. Tarihte gördüğümüz gerçek sûfiler, en üretken ve diğergâm insanlardır. Zamanın tamamını Allah ve O&#;nun kullarına hizmete hasretmeyi gaye edinen bir sistemin, insanları pasifize etmesi muhaldir. Mensuplarını meslek erbabı yapmayı görev sayan şeyhler, müridlerini nasıl pasifize etmiş olabilirler. Bugün gerek ülkemizde, gerekse diğer İslâm ülkelerinde tasavvuf çevrelerinin belli bir ekonomik düzeye ulaşmış olması bunu teyid etmektedir. Her devirde her kurumun istismarcıları bulunabilir. Bunları genellememek, ilke ve prensiplere bakmak lâzım.

Hayatın belli alanlarından çekilme meselesine gelince, bu da safilerin bugünkü eksikliklerine bakılarak söylenmiş bir kaygı ifadesidir. Safilerin bugünkü durumu ise müslümanların başsızlıklarından kaynaklanan genel arızadır. Sadece tasavvuf ve tarikat çevrelerinde değil, toplumumuzun her kesiminde görülen devlet ve sistem sancısının tezahürüdür.

Bazı tasavvufî eserlerde edeble ilgili mes&#;elelerde &#;helak ve hüsran&#; tehdidi taşıyan ifâdeler geçiyor. Büyük günahlar için kullanılan bu tehdîdlerin edeb konusunda kullanmasından maksad nedir?

-Tasavvufu &#;edebden ibarettir?&#; diye tarif edenler vardır. Tasavvufta edeb, kişinin hayatını sünnet çizgisinde yaşaması için bir ölçüdür. Kişinin utanılacak davranışlardan uzak durması demektir. Edeb, nafile, sünnet, vâcib ve farz hükümlerini içice surlar veya halkalar gibi düşünürsek; en iç kısımda edeb, en dışta da farzlar bulunur. İnsan edebden başlayarak sur ve sınırları aşıp halkalardan dışarı taştıkça en son farz sınırına kadar ulaşacaktır. Sûfiler işi sıkı tutup kişileri edeb çizgisini bile atlatmadan yaşamaya alıştırmayı hedefliyorlar. Bu yüzden edeb konusundaki bir ihmâl, safha safha en sonuncudaki ihmâle vabeste olacağı için hüsran tehdidiyle karşılanıyor. Bu
tür tehdid ifadesi taşıyan sözler, halkı faziletlere teşvik için söylenmiş, belki biraz mübalağa özelliği taşıyan şeylerdir, ama hedefi bellidir. İnsanları edeb
ve kerahet konusunda sıkı ve diri tutmak. Gevşeyip pörsümelerine meydan vermemek.

Âyet-i kerimede: &#;Sizin Allah katında üstünlüğünüz takva iledir&#;[60] buyrulur. Tasavvufçular tarikata girenin havâss; girmeyenin avam olduğunu söylüyorlar. Böyle bir tasnifi nereden ve nasıl çıkarmışlardır?

&#;  İnsanların Hak nezdindeki tasnifinin değişmez ölçüsü sizin de işaret ettiğiniz âyette belirtilen &#;takvâ&#;dır. Tasavvufçularm tarikata girenleri havas, girmeyenleri avam diye ayıran tasnifine rastlamadım. Evet, tasavvufta avam, havas ve ahassu&#;l-havâs olmak üzere üçlü bir tasnif var. Ancak bu tasnif, tarikata girmekle sınırlı değildir. Tarikata girenler arasında avamdan insanlar da vardır, havastan da. Tarikat şeyhleri, müridlerine kendilerini dâima avamın en aşağısından kimseler olarak görmelerini tavsiye etmişlerdir. Ayrıca bu üçlü tasnif tamamen batini olan ve kimsenin bilmesi mümkün olmayan takva ölçüsüyle yapılmış bir tasnif olamaz. Çünkü kimsenin takvasını, Allah&#;tan başka kimse bilemez. Bu olsa olsa zahirî ölçüler sayılan
ilim, irfan ve sosyal seviye gibi tesbitlerle yapılmış bir tasniftir. Her kesimden insanların avamdan olanı da, havastan olanı da vardır.

 

HALVET- ÇİLE İLE İLGİLİ MESELELER

Uzlet Nedir? Faydalan nelerdir?

&#; Uzlet halkın arasından süresiz uzaklaşıp yalnızlık ve inzivayı tercihtir. İnsanın maddî varlığı ile halktan uzaklaşmasıdır. Böyle bir uzlet ve yalnızlık
bütünüyle kabul gören bir davranış değildir. Bu yüzden İmam Gazzâlî,
uzletin fayda ve zararlarını değişik açılardan ele almıştır. Onun tesbitine göre
uzletin faydaları şöyle özetlenebilir:

1-      Huzur içinde ibâdet ve tefekkür, kâinattaki sırları araştırma imkânı,

2-      İnsanlar arasında bulunmaktan doğacak gıybet, riya ve nemime gibi âfetlerden, emr bi&#;1-ma&#;rûf yapamama gibi günahlardan kurtulmak,

3-      Toplumun fitnelerinden ve onlarla mücâdele ile insanların şerrinden kurtulmak,

4-  Kişinin insanlardan, insanların da kendisinden ümid kesmesi.

Gazzâlî uzletin insana vereceği zararları da şöyle sıralamaktadır:

l- Okumak ve ilim öğrenmekten mahrumiyet,

2-     Çalışmak ve kazanç elde etmekten mahrum kalmak,

3-     Terbiye ve edeb öğrenmekten mahrum olmak,

4-  İnsanlarla sevişmekten mahrum kalmak,

5-     Sevap kazanmak ve kazandırmaktan mahrumiyet,

6-     Tevazu sahibi olmayı öğrenememek,

7-     Tecribe sahibi olamamak.

Görüldüğü gibi, uzletin zararları faydalarından daha çoktur. Bu yüzden sûfiler devamlı inziva anlamına gelecek uzlet yerine halvet, çile veya erbain denilen süreli yalnızlığı tercih etmişlerdir.

Halvet ve çile ne demektir?

&#; Tasavvuf ıstılahında tarikata giren bir müridin muayyen bir zaman sonra şeyhinin emriyle insanlardan uzaklaşarak tekkelerin halvet bölümlerinde bir süre inziva hayatı yaşaması, kendini tamamiyle Hakk&#;a ibâdete vermesidir. Halvetin gayesi kalbden mâ-sivâyı çıkarmak, gönlü ağyardan temizlemek, Hakk&#;ın sayısız nimetlerini düşünüp kendinden geçmektir. Çile ise, Farsça kırk anlamına gelen &#;çihil&#; kökünden alınmış,
Arapça&#;da &#;erbain&#; karşılığı kullanılan bir kavramdır. Çile ve halvet, müridin fıtratındaki sivri noktaları törpülemek için yapılan fiilî sabır telkinidir. Sâlikin genellikle kırk gün süreyle şeyhinin gözetiminde loş bir mekânda az yemek, az uyumak, az konuşmak ve zikirle meşgul olmak suretiyle kendini ibâdete vermesidir. Halvet ve çilenin kırk gün olması, Kur&#;an&#;da anlatılan funduszeue.infoâ&#;nın Allah&#;tan vahiy aldığı Tur-i Sina&#;da kalış süresiyle alâkalıdır”[61].

Nakşbendiyye tarikatında halvet ve uzlet var mıdır?

&#; Nakşbendiyye tarikatı ruhanî bir tarikattır. Ruhanî tarikatlarda riyâzat ve mücâhededen çok nafile ibâdet ve hafi zikir ile sohbet önem taşır. Bu yüzden genelde ve ilkeleri itibarıyla Nakşbendiyye&#;de halvet yoktur. Ancak zaman zaman Nakşî meşâyından bazılarının müridlerini halvete sokup erbaîn çıkarttıkları da görülmektedir. Genellikle bu erbaîn Nakşîlerde Receb ayının ilk perşembesi olan Regâib kandilinde de baslar, Şaban ayının akşamı olan Berat&#;ta sona ererdi.

Nakşbendiyye tarikatında halvetin toplum içinde yapılması esastır. Bu yüzden &#;Halvet der-encümen&#; diye bir ilke konmuştur. &#;Halk içinde fakat yalnız.&#; ya da başka bir ifâde ile &#;El kârda, gönül Yar&#;da&#; anlayışı ile halktan kopmadan Hakk&#;ı bulmanın yolu aranmıştır. Bir bakıma: &#;Ne alışveriş, ne de ticâretin Allah&#;ın zikrinden alıkoymadığı adamlar&#;[62]  olmak ilkesi benimsenmiştir.

 

 

 

B- KALBÎ MESELELER

l- Teslimiyet &#; Tevekkül ile İlgili Meseleler

Bir mürşide intisâb eden kimse, ölünün kendini gassale bırakması gibi teslim olacak&#; deniliyor. Bir müridin mürşidine bağlılık ölçüsü ne olmalıdır? Bu bağlılık sadece uhrevî işlerde mi, yoksa dünyevî işlerde de olmalı mıdır?

&#; Şeyh ile mürid arasındaki ilkeleri düzenleyen sadece sevgidir. Bu yüzden aralarındaki sevginin boyutunu göstermek üzere teslîmiyyet için &#;gassal önünde meyyit&#; tabiri kullanılmıştır. Bu teslimiyet biraz karakter yapısı ile alâkalı bir olay olarak görünmektedir. Meselâ ashâb-ı kiram arasında Hz. Ebû Bekir gibi her konuda Allah Rasûlü&#;ne itirazsız teslim olan sahâbiler olduğu gibi, Hz Ömer gibi kafasının yatmadığı meselede hemen itiraz edip fikrini söyleme cesaretini gösterenler de vardır. Hz. Ebû Bekir, Mi&#;râc olayında: &#;Bunları Muhammed söylüyorsa mutlaka doğrudur&#; sözüyle, Hudeybiye&#;de anlaşmanın imzalanmasına karşı çıkan sahâbilere: &#;Siz ne yapıyorsunuz? O Allah&#;ın peygamberi ve vahiy alıyor?&#; diyerek teslimiyetin şahika örneklerini göstermiştir. Hudeybiye&#;de Ömer ise: &#;Biz bu zillete nasıl razı oluyoruz?&#; diyerek tepkisini göstermiştir. Fakat her ikisi de konumlarından birşey kaybetmemiştir. Ne teslimiyeti funduszeue.infoû Bekir&#;e, ne karşı çıkışı Hz. Ömer&#;e bir zarar vermiştir. Demek ki bu iş bir meşreb ve mizaç meselesidir. Bizim akaidimizde kayıtsız şartsız bir kimseye tâbi&#; olmamızı emreden bir hüküm olmadığı gibi, sevgi ile tâbi olanları yasaklayan bir hüküm de yoktur.

Anadolu&#;da da, başka yerlerde de teslimiyet anlayışını istismar ederek saf müslümanları kandıranlar çoktur. Tasavvuftaki teslimiyet, acem kılıcı gibi, iki tarafı keskin birşeydir. İyiye kullanılabileceği gibi, şerre de kullanılabilir. Burada sorumluluk, meydanı boş bırakan müslümanlarındır. Teslimiyet istidadında olan insanların bu kabiliyetlerini istismar etmeden, hayra kanalize edecek insanlar bulunmazsa; kendi menfaatine kanalize edenler bulunacaktır. Biz diyelim ki, teslimiyyeti reddettik. &#;Teslimiyet diye birşey yoktur&#; dedik. Bu istismarcılar huylarından ve teslimiyete yatkın insanlar bu özelliklerinden vaz mı geçecekler? Bu mümkün olmadığına göre hastalık halkın ilim ve irfan seviyesi ile alâkalıdır. Teslimiyyetle değil. Piyasada liyakatsiz kimselerin kol gezmelerine fırsat verilmemelidir.

  Müridin şeyhine kayıtsız şartsız teslimiyeti nedir? Oysa Kur&#;an&#;daki teslimiyet âyetlerini araştırdığımızda hepsinde teslimiyetin Allah&#;a olacağı zikredilmektedir. Kişi, Allah ve din dışında, başka din ve şahıslara teslim olabilir mi?

Teslimiyet, sevgiye dayalı bir itaat işidir. Kayıtsız şartsız teslimiyet denilince mürşidinin uyarılarına tenkidci bir nazarla bakmadan ve acaba bunların benim manevi hayatıma ne derece faydası olur gibi, evham ve vesveselere düşmeden uymak anlaşılır. Doktora giden bir hasta doktoruna ne kadar güvenir, onun hastalığını tedavi edeceğine ne kadar inanırsa o kadar çabuk iyileşir. Müsbet anlamda bir önyargının faydası vardır. Şeyhe teslimiyyet, ashabın Allah Rasûlü&#;ne teslimiyet ve güveni gibi, müridin mürşidinin söylediklerine inanmasıdır. İnsanın güvenip inanmadığı kişinin sözünü tutması mümkün değildir. Ayrıca âyette: &#;Allah&#;a, Rasûlü&#;ne ve sizden olan ülü&#;l-emr&#;e itaat edin!&#;[63] buyrulmaktadır. Mürşid, müridi için manevi ve uhrevi konularda ülü&#;l-emrdir. Böyle olunca müridin mürşidine bu anlamda teslimiyetle bağlanışının şeriatla çatışır bir yanı yoktur. Şeyh diye ortaya çıkan bozuk düşünceli insanlara karşı yapıldığında kötü neticeler verir diye teslimiyeti büsbütün reddedenleyiz.

2-Cezbe ile İlgili Meseleler

)-Vecd ve cezbe nedir? Aralarındaki f ark nedir?

Vecd, hüznü gerektiren keder, aşk ve iştiyak sarhoşluğu içinde kendinden geçmek ve yüksek heyecan demektir. Hakk&#;ın binbir tecellîsini müşahede eden kimsenin muhabbet sonucu içinin ferahlaması ve o hâlin verdiği zevk ile kendinden geçmesidir. Hakîkî vecd, ileri derecedeki Allah sevgisi, irâde sağlamlığı ve Allah aşkından meydana gelir. Kur&#;an okunurken vecde gelmeyip başka şeylerle vecde gelenler Hakk&#;a değil, halka tutkun sayılmıştır. Çünkü Kur&#;an, Rablarından korkanların kendisini derileri ürpererek vecdle okuyacaklarını haber vermektedir[64] Hz. Peygamber ve ashabının hayâtında vecd hâlinin örnekleri pekçoktur. Nitekim Abdullah b. Mes&#;ûd bir gün kendisine Kur&#;an okurken &#;Her ümmetten bir şâhid getirdiğimiz, seni de onların üzerine şâhid tuttuğumuz zaman halleri ne olacak?”[65] âyetine geldiğinde Peygamberimiz&#;in gözleri doldu ve &#;Yeter ya Abdullah!&#; diyerek okumasını durdurdu.[66]

Cezbe, çekmek ve çekiş demektir. Hakk&#;ın kulu kendi canibine çekmesidir. Cezbe, Allah&#;ın kula bir ihsanı olduğundan kulun elinde değildir. Allah&#;ın, sevdiği kulunun kalbinden perdeyi kaldırıp çalışma ve gayreti olmadan yakın nuru ile kolayca manevî makamlara yükseltmesidir. Böyle bir cezbe, kulda istikamet arzusu doğurarak belâ ve musibetlere sabretme gücü kazandırır. Kul ruhî cezbe ile hakikatin kaynağım bulur. Allah&#;ın dışındaki herşeyi unutarak kendinden geçer.

Vecd ile cezbe birbirine yakın anlamlıdır. Vecdde kulun gayretinin de payı vardır. Cezbe ise vecde göre daha güçlü ve tamamen Allah vergisidir. Kur&#;an&#;daki &#;Allah dilediğini kendine çeker.”[67]  âyeti ile bazı kaynaklarda hadis olarak nakledilen &#;Allah&#;in kuluna olan cezbesi, ins ve cinnin amellerine denktir.&#;[68] Hakk&#;ın kulu çekmesi cezbe, bu cezbe ile kulun Allah&#;a yönelmesi aşktır. Mutasavvıflara göre Hz. Peygamber&#;i öldürmeye giderken eniştesinin evinde duyduğu Kur&#;an sesiyle imana gelen Hz. Ömer&#;in haliyle; avlandığı bir sırada üç defa peşpeşe hatiften duyduğu: &#;Sen bunun için yaratılmadın&#; sesiyle sultanlığı bırakan İbrahim b. Edhem&#;in tevbesi, cezbeye örnek sayılmıştır.

Cezbe, halk arasında aklın baştan gitmesi anlamında kullanılırsa da yanlıştır. Cezbe başka cinnet başkadır. Meczûb ile mecnûn da ayrı ayrı şeylerdir. Halk arasında sohbet, zikir ve semâ meclislerinde kalbinde meydana gelen varidata dayanamayarak kendinden geçen, bağıran, gayr-ı ihtiyarî sıçrayıp nâra atan kişilerin davranışlarına da cezbe adı verilmektedir. Aslında klâsik kaynakların verdiği bilgilere göre bunlara cezbe yerine vecd denilmesi belki daha uygundur. Nâra ve taşkınlık türü vecd ve cezbeler hep zaaf alâmeti olarak görülmüştür. Nasıl tazyikli akan bir çeşmenin altına bir küçük bardak tutulduğunda su bardağın içine girmeden dışarı taşarsa, gönlü dar olanlara gelen varidat da öyle taşar ve vecd meydana gelir.

)-Sohbetlerde derviş, şeyhinin adı geçince hopluyor zıplıyor. Ama Allah&#;ın, Peygamber&#;in ismi yüz kere geçtiği halde hiçbir şey olmuyor. Mürid için buradaki ölçü ne olmalıdır?

&#;  Bir önceki soruda vecd ve cezbeyi anlatırken Kur&#;an okurken vecde gelmeyip başka şeylerle vecde gelenlerin Hakk&#;a değil, halka tutkun olduklarını belirmiştik. Şeyhinin adı geçtiğinde vecd ve cezbe eseri tavırlar gösteren kimse, henüz fena fi&#;ş-şeyh konumundadır. Bu ise işin başıdır. Aslında gerçek vecd, Allah&#;ın adı anıldığında vecde gelmektir. Nitekim Kur&#;an&#;da buna şöyle işaret edilmektedir:  &#;Müminler ancak Allah&#;ın adı anıldığı zaman yürekleri vecdle titreyen&#; kimselerdir”[69] Ashâb-ı kiram Allah ve Rasûlü&#;nün adı geçtiğinde heyecanlanır, kalpleri yerlerinden fırlayacakmış gibi atardı. Bu yüzden elleriyle kalplerini bastırmak lüzumunu hissederlerdi. Bugün bizim Rasûlulah&#;m adı geçtiğinde âdet olarak yaptığımız hareketi, onlar zarûreten yaparlardı.

3- Aşk &#; Muhabbet ile İlgili Meseleler

)-Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim ve mahlûkatı yarattım&#;[70] hadisine karşı itirazlar var. Bu itirazlara nasıl cevap verebiliriz?

Konu özeti

  • 1. Hafta: Gayrimüslimlerin Hukuki Durumlarının Ortaya Çıkışı

    Gayrimüslimlerin, İslâm hukuku içindeki yerini tesbit etmek ve önemini belirtmek, kuruluşundan yıkılışına kadar “ahkâm-ı örfiyye ve şer'iyye” ile yönetilmiş Osmanlı İmparatorluğunun meselelerini anlatmak açısından önemlidir. İmparatorluğu meydana getiren milletler içinde Müslüman olmayanların sayısı milyonların üstüne çıkmaktadır.

    İslâmdaki hukuk biliminin adı olan Fıkh’ın kelime anlamı “bilgi, anlayış inceliği” demektir. Fıkıh bütün yönleriyle İslâmiyet’e özgün değildir. İslâmiyet’in doğuşu ile ortaya çıkmış ve zamanla genişleyerek gelişmiştir. Ancak bu genişleme ve gelişme sırasında, Talmud (Yahudi hukuku), Roma-Bizans ve Sasanî hukuklarından, yerli örf ve geleneklerin geniş ölçüde etkilenmiştir. Kuşkusuz Fıkh’ın, diğer yabancı hukuklar üzerinde etkisi olmuştur. Özellikle, bu, İslâm hâkimiyetinin yayıldığı bölgelerde belirgindir. Melkit, Marunî Süryani (Yakubî-Nasturî) kiliseleri hukuk bakımından hemen hemen hiçbir yenilik ortaya koymamışlar ve Fıkıh’tan faydalanmışlardı. Hatta bu etkiden Mısır-Habeş (Kıbtî-Habeş) kilisesi de kendini kurtaramamış, Mısır Hıristiyanlarının İslâm vakıf sistemini örnek olarak, kiliseleri için vakıflar kurdukları bile görülür. Ancak batıl inançlar ve cehalet devri başladıktan sonra İslâm hukuku tamamen karanlıkta kalmış zamanla ölü hale dönüşmüştür.

    İslâm hukukuna göre dünyadaki insanlar iki kısımdır:

    a-Müslümanlar

    b-Müslüman Olmayanlar

    Müslüman olmayanlar da ayrıca iki kısma ayrılmışladır:

    a-Müşrikler

    b-Ehl-i Kitaplar (kitabîler)

    funduszeue.infoed’in son ve en önemli anlaşması, Necran’da bulunan Putperest, Yahudi ve Hıristiyanlarla yaptığı anlaşmadır. Anlaşma genel olarak şu maddeleri içine almaktadır:

    1-Her yıl elbise verilecek (hülle) ve her elbisenin değeri kırk dirhem olacak. Elbiselerin yarısı Safer ayında, yarısı da Recep ayında teslim edilecek.

    2-Gerekirse zırh ve binek hayvanları verilecek.

    3-Gönderilen memurların bir aylık ihtiyaçları necranlılar tarafından karşılanacak ve bu memurlara otuz zırh, otuz at ve otuz deve kiraya verilecek.

    4-Kiraya verilen bu mallara gelecek olan zararı memurlar ödeyecek.

    5-Necranlıların mal, mülk, ibadet ve kişisel özgürlükleri devletçe emniyet altına alınacak (zimmet).

    6-Necranlıların izni olmadan, kimse piskopos, rahip ve diğer din adamlarının yerlerini değiştirmeyecek.

    7-Necran halkına herhangi bir şekilde hakaret edilmeyecek ve islâmlıktan önceki kan davaları için intikam alınmayacak.

    8-Asker olmayacaklar ve hiçbir ordu izin almadan topraklarına girmeyecek.

    9-Faizcilik yapanlar zimmî olamayacak ve kimse kimsenin suçundan sorumlu tutulmayacak.

    Ancak bu şartlara uyulduğu takdirde zimmet hukuku devam edecek, aksi halde bozulacak.

    Bundan sonra, yılı bilinmeyen bir tarihte Necranlı Hıristiyanları, funduszeue.infoed’den bir ahidname almışlardır. Bu ahidnamenin önceki anlaşmadan farklı olan tarafı ve en önemli maddeleri şunlardır:

    1-Müslümanlar hıristiyanları bütün tehlikelere karşı koruyacaklar (zimmet).

    2-Necranlıları kendileri ile birlikte savaşmaya zorlamayacaklar.

    3-Necran’ın adet ve kanunlarında hiçbir değişiklik yapmayacaklar.

    4-Yıkılan bir kilisenin yeniden tamiri sırasında müslümanlar necranlılara yardım edecekler.

    5-Papaz veya rahip olmayan ve yoksul olan halktan dört dirhemden fazla vergi alınmayacak, tüccar ve zenginlerin vergisi on iki dirhem olacak.

    6-Hırıstiyan bir kadın, bir Müslümanın evinde kalırsa, Müslüman olmaya zorlanmayacak ve ibadetinde serbest bırakılacak.

    İslâm egemenliğinde bulunan ve Müslüman olmayan halkın hukukî ve toplumsal durumları bu esaslar çerçevesinde oluştu. Daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan farklılık, imamların görüş ayrılığından ileri gelmiştir. Ancak bunlar da yine esasta birleşmektedirler.

    Zimmet, “cihad”ın bir sonucudur. Cihad ise “daru'l-harp” ve “daru'l-İslâm” la ilgilidir. Fıkh’a göre dünyada iki kısım toprak vardır. Birincisi “daru'l-harp” yani İslâm egemenliğinde olmayan ülkeler, ikincisi “daru'l-İslâm”, yani İslâm egemenliğinde olan ülkelerdir.

    Eğer İslâm ordusu bir müşrik ülkesine gitmişse, onlara yalnız Müslüman olmaları önerilir. Müşrikler için zimmet durumu olamaz. Bunlar ya Müslüman olmak veya savaşmak şıklarından birini tercih etmek zorundadırlar. Müşriklere bundan başka bir hak tanınmamıştır.

    Müslümanların da zimmîlere karşı yapmakla yükümlü bulundukları bazı görevleri vardır. Zimmîlere düşmanlık yapmamak, zimmîye her hangi bir zarar verirse derhal ödemek ve dışardan gelecek her türlü saldırıya karşı zimmîyi korumak, Müslümanların zimmîlere karşı olan görevlerindendir. Zimmetin süresi yoktur, süreklidir. Aman gibi yalnız kişiyi değil, aileyi de içine alır.

    Zimmî, zimmîlik şartlarını yerine getirmediği zaman zimmet durumu kalkar. Zimmet durumunu kaldıran şartlar konusunda imamlar çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Hanbelî ve Malikî fıkıhlarına göre zimmetin kalkmasını gerektiren şartlar şunlardır:

    1- Zimmî daru'l-harbe gidip müslümanlara karşı savaşırsa.

    2- İslâmiyetin kanunlarını ve mahkemelerini kabul etmezse.

    3- Cizye vermeyi reddederse.

    4- Bir müslümanı dininden döndürürse.

    5- Müslümanların düşmanlarına yardım ederse.

    6- Bilerek ve isteyerek bir müslümanı öldürürse,

    7- Allah'a, kur’an’a ve funduszeue.infoed ile islâm dinine küfür ve hakaret ederse.

    8- Bir müslüman kadın ile zina yapar veya evlenirse.

    9- Soygunculuk ve eşkıyalık yaparsa.

    Hanefî fıkhına göre bu şartlardan sadece birincisi gerçekleşse zimmet kalkar. Şafiî fıkhı ise zimmetin kalkması için ilk üç şartın gerçekleşmesi gerektiği görüşündedir.

    Zimmîleri Müslümanlardan ayıran belirtiler olarak zimmîlerin yapmak zorunda kaldıkları hususlar şunlardır:

      1- Zimmî müslümandan farklı elbise giyecek.

      2- Zimmîlerin oturdukları binalar müslümanlarınkinden yüksek olmayacak.

      3- Çan çalınmayacak ve yüksek sesle ibadet edilmeyecek.

      4- Genel yerlerde şarap içilmeyecek, haç ve domuz gösterilmeyecek.

      5- Ölüler gizli olarak gömülecek ve arkasından ağlanmayacak.

      6- Ata binilmeyecek.

      7- Zimmîlerin saç biçimleri ve isimleri Müslümanlarınkine benzemeyecek.

      8- Zimmî silah taşımayacak ve kullanmayacak.

      9- Süslü olmayan kemerler takabilecek.

    Binek hayvanlarında eğer kullanılmayacak.

     (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )

     

     

     


  • 2. Hafta: Gayrimüslimlerin Osmanlı İmparatorluğu Öncesi Durumları

    Anadolu Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşarken, önce Büyük Selçuklu İmparatorluğu, daha sonra Kirman, Suriye ve Irak Selçuklu Devletleri ortadan kalkmış ve bu bölgelerde yaşayan yarı göçebe Türklerin (Türkmenlerin) bir kısmı daha Anadolu’ya gelmişlerdi. Bunun sonucunda Anadolu, Türkleşmiş ve Hıristiyanlar azınlık durumuna düşmüşlerdir. Anadolu’da yerli halkların azınlık durumuna düşmesinin tek sebebi Türklerin Anadolu'ya göç etmeleri değildir. Türklerin üç yüz yıl boyunca Anadolu'ya gelip yerleşmelerine karşılık, yerli halk yurdunu terk etmiş İstanbul ve Balkanlara doğru çekilmiştir. Yerli halkın Anadolu’yu terk etmesinin sebebi de yine sadece Türk göçleri değildir. Daha önce başlayan ve yüz yıllarca süren Arap-Bizans mücadeleleri özellikle Doğu ve Güney Anadolu’da asayiş bırakmamış, ekonomik yaşam hemen hemen çökmüştür. Abbasî - Bizans sınırını oluşturan ve Tarsus’dan Malatya’ya kadar çizilen bir çizgi üzerinde bulunan şehir ve köyler en çok zarar gören bölgelerden biri olmuştur. Aynı zamanda Arap-Bizans mücadelesi, Anadolu’nun Hıristiyan halkını sosyal ve psikolojik bakımdan hazırlamıştır. Yani Anadolu’nun Hıristiyan halkı İslâm dünyasıyla, Türklerle karşılaşmalarından daha önce ilişkide bulunmuş ve Türkler Anadolu'ya geldikleri zaman, yerli halk Müslüman ve Müslümanlık kavramlarına yabancı kalmamışlardır. Diğer taraftan Bizans İmparatorluğunda Müslüman olmayan Türklerin varlığı ve Abbasî ordularında hizmet gören Türklerin çok sayıda oluşu ve bunların suğur denilen Abbasî-Bizans sınır bölgelerinde oturuşu, bu yabancı kalmayışı Türklük bakımından da hazırlanmıştır.

    yılında II. Keyhüsrev’in tahta çıkmasıyla çökmeye başlayan Anadolu Selçuklu Devleti, Saadettin Köpek gibi devlet adamlarının elinde iyice sarsılmıştı. Bu yıllarda kurulan Çengiz Devletinin ve batıya doğru büyük bir hızla yayılan Moğol istilasının önünden kaçan pek çok Türk boyları kalabalık kitleler halinde Anadolu'ya gelmeye başladılar. Bu defa yalnız konar-göçerler değil, yerleşik halkın da pek çoğu Anadolu'ya geldi. Anadolu'nun ekonomik yapısı bu kalabalık Türk topluluklarını çekemedi ve ekonomik hayat bozuldu. Ekonomik hayat, sosyal hayatın bozulmasına, ekonomik ve sosyal hayatın bozulması ise Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılmasına yol açtı. Önce Baba İshak ayaklanması, sonra Kösedağ yenilgisi, Selçuklu Devletinin Moğol egemenliğini tanıması ile sonuçlandı.

    Anadolu’da İlhanlı egemenliği kurulunca Doğu ve Orta Anadolu’daki Türkler kıyılara ve Batı Anadolu’ya doğru yayıldılar. Öyle ki, özellikle Batı Anadolu İç Anadolu'ya göre daha çok Türkleşti.

    yılında Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılmasından nüfus bakımından çoktan Türkleşen Anadolu’da başlayan Beylikler döneminde bu kez dil, kültür, gelenek, güzel sanatlar ve bayındırlık bakımından da Türkleşme olmuştu.

    Anadolu’nun ilk fethi sıralarında Türklerle Hıristiyanların ilişkileri pek dostça olmamıştır. Ancak Türkler Anadolu’ya kesin olarak yerleştikten sonra iki halk arasında dostça ilişkiler başlamıştır. Öyle ki Türkler, Ortodoks rahipleriyle de anlaşarak Anadolu'ya Türkmenleri yerleştirmişlerdir. Türkler, Anadolu'da Müslüman olmayan halklardan ilk kez Süryanîlerle dostluk kurmuşlardır. Çünkü Anadolu, Bizans’dan fethedilirken Süryanîler, Bizans egemenliği altındaydı. Bu kez Türk egemenliği altına girmek pek bir şey değiştirmeyecekti. Hattâ Bizans’ın bozuk ve baskılı yönetimi yanında, Türklerin son derece mutedil yönetimleri önemli bir tercih sebebi idi. Her ne kadar Bizans’lılarla Süryanîler aynı din ve mezhepten idi iseler de arada yine bazı dini anlaşmazlıklar vardı. “İsa’daki cevherler” meselesi en belirgin anlaşmazlıklardan biriydi. Bu yüzden Bizans tarafından Ermeni, Süryanî, Marunî, Nasturî ve Kildanilere sürekli olarak baskı yapılmıştı. Özellikle birinci Haçlı Seferinden sonra kurulan Latin prenslikleri mezhep ayrılığı yüzünden yerli Ortodoks halka kötü davranmış, ayrıca Katolikliğin yayılması üzerine Anadolu’nun Hıristiyan halkı birbiriyle yeni bir mücadeleye de başlamıştı. de İstanbul’un Latinler eline geçmesi Anadolu halkının ezilmesini son sınırına çıkardı. Bir taraftan Katoliklerle Ortodokslar arasında mezhep ayrılığı kavgaları, diğer taraftan Ortodokslar arasında mezhep içi ayrılığı kavgaları, Anadolu Hıristiyan halkının manevî yapısının çökmesine yol açtı. Bu çöküntü arasında en çok zarara uğrayanlar Süryanîler (Yakubîler, Nasturîler), Marunîler ve Kildanîlerdir.

    Süryanîlerin Bizans egemenliğine karşı Türk yönetimini tercih etmeleri bu sebeplerledir. Ayrıca Süryanî Mihael’in “Türkler, şerir ve rafızî Rumlar gibi kimsenin dinine ve inancına karışmıyor, hiçbir baskı ve zulüm düşünmüyorlardı” kaydı, durumu açıklamaktadır.

    Yahudilerin bu iyi durumları Anadolu Selçuklu Devleti zamanında bozulmamış aksine daha çok düzelmiştir. yılında Türkiye Selçuklu Devletinin vezirlik makamına Yahudî Sadü'd-devle’nin geçmiş olması ilginç bir olaydır. Yalnız bu Yahudinin vezir tayin edilmesi, sultanın isteğiyle değil de İlhanlı valisinin zoruyla olduğu anlaşılıyor. Zira İlhanlı valisi ölünce Yahudî vezirin etkinliği azalmış ve bir süre sonra o da ölmüştür.

    Anadolu Selçuklularında, özellikle Rum halk, her fırsatta ayaklanma ve yağma hareketlerinde bulunmuştur. Bu tür olaylar Bizans İmparatorluğu, Trabzon İmparatorluğu ve Kıbrıs Krallığı tarafından desteklenmiştir. Diğer Müslüman olmayan halklara nazaran Rumların daha çok ayaklanma ve karışıklık çıkarmalarının ana nedeni de bu olsa gerektir.

    Anadolu Selçuklu Devletinin, Müslüman olsun olmasın, bütün halka eşit davranması bu tür olayların zamanla azalmasına yol açmıştır. Her ne kadar bazen istenmeyen olaylar olmuşsa da bu yalnız Müslüman olmayan halka karşı yapılmamış, devletin zayıf ve karışık zamanlarında bütün halk aynı sıkıntıyı çekmiştir. Aksine, Müslüman olmayan halkın, Müslümanlara güveni tam olmuş ve Türk olsun yabancı olsun bütün tüccarlar Selçuklu divanına şikâyette bulunabilmişler ve yine orada yargılanabilmişlerdir.

    Anadolu Selçukluları İslâm dininin gereği olarak kölelere karşı çok iyi davranmış ve köle azad etmenin en büyük sevap olduğunu kabul ederek sık sık köle azad etmişlerdir. Köleler azad edilirken verilen azadnameler onların bir çeşit kimlikleri gibidir. Bu kağıtlarda kölenin tanımı yapılmakta ve böylece mümkün olduğu kadar, kölenin azad edildikten sonra tekrar köle olması önlenmekte veya her hangi bir yanlışlığın önü alınmaktadır.

     

     (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )
  • 3. Hafta: Osmanlı İmparatorluğundaki Gayrimüslimlerin Din Ve Mezhep Olarak Dağılışları

    İslâm Hukukuna göre dünyadaki insanlar iki kısımdır. Bunlar:

    1- Müslümanlar

    2- Gayrimüslimler

    Gayrimüslimler de ayrıca kendi aralarında iki gruba ayrılmıştır.

    a-Müşrikler (Putperestler)

    b-Ehl-i Kitaplar

    Ehl-i Kitaplara aynı zamanda Kitabî, Eğer İslâm egemenliğinde yaşıyorsa Ehl-i Zimmet veya Zimmî de denmiştir. İslâm Hukuku, imamların farklı gröüşleri olmakla birlikte, dört din mensubuhu genellikle Ehl-i Kitap saymıştır. Bunlar Hıristiyanlar, Musevîler, Mecusîler ve Sabiîler’dir. Yine İslâm Hukuku hükümlerine göre Ehl-i Kitap olanlar bir Müslüman ülkede yaşarlarsa varlıkları ve güvenlikleri İslâm devletinin sorumluluğu altında olacağından bunlara Ehl-i Zimmet veya kısaca Zimmî denir. İşte Osmanlı topraklarında yaşayan Gayrimüslimler bu statü içinde bulunanlardır. Bu dört grup din mensubundan Mecusîler hiç olmamış, Sabiîler ise yok denecek kadar az bulunmuştur. Geri kalan iki gruptan sayıca en kalabalık olanları Hıristiyanlardır. Musevîlersayıca Hıristiyanlardan az olmakla birlikte, ekonomik bakımdan ülke içindeki etkileri oldukça büyüktür.

    Osmanlı İmparatorluğunda yaşamış olan Gayrimüslimler için din-mezhep ve etnik durum bakımından şöyle bir tasnif yapılabilir:

    I-Din ve mezhep bakımından

       A-Hıristiyanlar

           1-Katolikler

              a-Lâtinler (âyin ve ibadetlerini Lâtince yapan gruplar)

              b-Katolik Ermeniler

              c-Katolik Gürcüler

              ç-Katolik Süryaniler

              d-Kildaniler

              e-Maruniler

              f-Kıptîler

              g-Katolik Rumlar


            2-Katolik Olmayanlar

                a-Ortodokslar (Pavlakî, Thondrakî, Selikian ve Bogomiller dahil)

                b-Gregoryenler

                c-Yakubî-Süryaniler

                ç-Yakubî-Süryaniler

                d-Melkitler

                e-Mandeîler

             3-Musevîler

                1-Rabbaniler

                2-Karaîler

                3-Samirîler

             C-Sabiîler

    II-Etnik Bakımdan

    A-Rumlar                     

    B-Yunanlılar                

    C-Bulgarlar                  

    Ç-Sırplar,                     

        Hırvatlar,                 

        Karadağlılar,            

        Bosnalılar                 

    D-Arnavutlar               

    E-Romenler                 

    F-Türkler (Gagauzlar)  

    G-Macarlar                              

    H-Polonyalılar

    İ-Çingeneler

    J-Ermeniler

    K-Gürcüler

    L-Süryaniler

    M-Kildaniler

    N-Araplar (Marunî, Melkit vd.)

    O-Yahudiler

    Ö-Kıptiler

    P-Habeşler

    Roma imparatorluğu ikiye ayrıldıktan sonra doğuda kalan parçasına (Doğu Roma İmparatorluğu) XVI. Yüzyıldan itibaren Avrupalılar “Bizans” adını verdiler. Ancak yüzyıllar boyunca, “Romalı” anlamına gelen “Rum” kelimesi gerek Türkçe’de, gerekse değişik biçimlerde diğer dillerde Bizans’ı, özellikle Anadolu’yu ifade etmek için kullanılmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti zamanında “Rum” deyimi daha yaygın hale gelmiş, bununla doğrudan doğruya Anadolu kastedilmiştir. Hatta Anadolu Selçuklu Devletini birçok kaynaklar “Rum Selçukluları” şeklinde adlandırmışlardı. “Rum” terimi Osmanlı İmparatorluğu döneminde de kullanılmış, fakat bir taraftan “Rum-ili” şeklinde Balkanlarda gittikçe genişleyen bir sahaya ad olurken, diğer taraftan Anadolu’da ifade ettiği alan, Selçuklu dönemine göre çok daralmıştır.

    Roma İmparatorluğu zamanında Latin kültürü Anadolu’da pek etkili olmamıştır. Çünkü genellikle yönetici sınıfı ve bir miktar da askerî sınıfı Romalılar teşkil etmiş, geniş ölçüde Latin halk toplulukları Anadolu’ya gelip yerleşmemiştir. Bu nedenle Latin kültürü Anadolu’nun yerli kültürü içinde zamanla erimiştir. İşte Rumları ne Romalılar ne Grekler, ne de diğer milletler içerisinde saymayıp ayrı bir topluluk olarak göstermemiz bu nedenledir.

    Anadolu’nun fethiyle birlikte Türklerle Rumlar birlikte yaşamaya başlamışlar ve zamanla Rum nüfus azalırken Türk nüfus çoğalmıştır. Rum nüfusunun azalması doğudan batıya doğru olmuştur. Rumlar daha çok, Ege kıyıları, İstanbul ve Trakya’da toplanmışlardır. Bir kısım ise Yunanistan ve Mora’ya göçmüş ve Yunanlaşmıştır. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Yunanistan’a göç devam ettiğinden Anadolu’daki Rum nüfus sürekli olarak azalmıştır. O kadar ki belli birkaç bölge dışında, Anadolu’da Rum nüfus hemen hemen yok denecek duruma gelmiştir.

     

     (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )
  • 4. Hafta: Osmanlı İmparatorluğundaki Cemaat Örgütlerinin Kuruluşları

    Roma’ya Bağlı patriklikler şunlardır:

    1-Latin Patrikhanesi

    2-Ermeni Patrikhanesi

    3-Süryanî Patrikhanesi

    4-Kildanî Patrikhanesi

    5-Marunî Patrikhanesi

    6-Melkit Patrikhanesi

    7-Kıptî Patrikhanesi

    Roma’ya bağlı olmayan patriklikler ise şunlardır:

    1-Sırp Patrikhanesi

    2-Bulgar Patrikhanesi

    3-Rum Patrikhaneleri

       a-Kudüs Rum patrikhanesi

       b-İstanbul (Fener) Rum patrikhanesi

    4-Ermeni Patrikhaneleri

       a-Erivan (Eçmiyazin) Ermeni patrikhanesi

       b-Kudüs Ermeni patrikhanesi

       c-İstanbul (Kumkapı) Ermeni patrikhanesi

    5-Nasturî Patrikhanesi

    6-Süryanî Patrikhanesi

    7-Melkit Patrikhaneleri

    8-Kıptî Patrikhanesi

    Osmanlılar kilise kelimesinin karşılığı olan “kenise” kelimesini daha çok kullanmışlardır. Kenise kelimesi Arapçaya Ârâmice’den, Türkçeye de Arapça’dan geçmiştir. Kenisenin sözlük anlamı “toplantı yeri, okul” demektir ve Arapçada hem Hıristiyan, hem de Musevî ibadethanelerini ifade etmek için kullanılmıştır. Fakat sonraları kilise için kenise, havra ise kenis şekli kabul edilmiştir.

    Manastır, daha çok külliye kelimesiyle ifade edilebilecek bir Hıristiyan mabedidir. Her ne kadar burada da ibadet edilirse de aynı zamanda bir okul ve din adamları için bir barınaktır. Çoğu zaman manastırlar bir piskoposluk, metropolitlik veya patriklik merkezi olurlar. Kelimenin aslı Latince “monasterium”dan gelmektedir.

    Manastır ve kiliselerdeki din adamları doğrudan doğruya halkla temastadırlar ve halkla Tanrı arasında ve halkla patrik arasında ilişkiyi sağlarlar. Osmanlı İmparatorluğu zamanında devletin Hıristiyan halk ile ilişkisi patrikhaneler aracılığıyla sağlanmış, patriklerde bu görevi rahipler ve piskoposlar aracılığıyla yapmıştır.

    Bir kilisede yönetici rahip veya papazdır. Rahip veya papazdan sonra diyagos gelir. Rahip veya papazların ruhanî olmaları şarttır. Diyagos ruhanî veya sivil olabilir. Diyagos’tan başka ayin ve ibadet işinde papaza yardım etmek üzere koro şefi ve korosu (bazan çalgıları ile müzisyenler), çancı (zangoç), hademe ve bekçiler de bulunurlar. Bu gruptan olanlar çoğunlukla sivildir.

    Genellikle evlenmiş din adamına papaz, evlenmemiş papaza rahip denir. Papazlar çoğu zaman rütbe bakımından terfi edemezler. Ancak başpapaz (horepiskopos) veya piskopos olabilirler.

    Diyagos (eğer ruhanî ise), papaz ve piskoposlar ancak takdis ile olur. Bunun dışında kalan başpapaz, metropolit (başpiskopos), patrik ve kilisenin diğer hizmetlileri, daha önce takdis olundukları için, tayin veya seçim yoluyla olurlar.

    Rahip veya papaz, en az bir piskopos tarafından takdis edilmek suretiyle piskopos yapılır. Piskopos birkaç kilise veya bölgenin dini amiridir. Piskoposlar terfi edince metropolit olurlar. Bir bölgede birden fazla piskopos varsa bunlardan biri diğerlerinin üzerine metropolit tayin edilir. Metropolitler de piskoposlar gibi bir şehre veya bölgeye ait kiliselerin başıdır ve bu kiliseler aracılığıyla Hıristiyan halk ile patrikhane arasında bağlantı kurar. Metropolit olabilmek için en az otuz yaşında ve bekâr olmak gerekir.

    Kiliselere bağlı bir yan örgüt de derneklerdir (eforia). Genellikle sivillerden oluşan dernek dört ile altı üyeden meydana gelir. Hemen hemen her kilisenin bir derneği vardır. Dernek kilisenin mali ve toplum işlerine bakar. Kilisenin bakım ve onarımı da derneğin görevleri arasındadır.

    Patrikhanenin en yetkili organı sinod meclisidir (sen sinod). Sinod sekiz, on veya on iki metropolit veya piskopostan oluşur. Patrikhaneye veya patrikhanenin toplumuna ait emir ve tüzükleri hazırlayan, karar veren ve yürüten meclistir. Sinod üyelerinden birisi patrik seçilirse, yeni bir üye meclise alınır. Sinod üyesi olabilmek için metropolit veya piskopos olmak ve evlenmemiş bulunmak şarttır. Sinod’a üye seçimi önceleri patrikhaneye bağlı piskopos ve metropolitler arasından seçimle olurdu. Sonraları en yaşlı metropolitler sinod üyesi olmaya başladı. Daha sonra bu yöntem de bırakılarak bir veya birkaç yıl için sıra ile metropolitler sinod üyesi olmaya başladılar. Sinod’un görevi patrik seçmek, diğer patrikhanelerle ilişki kurmak, metropolit, piskopos, rahip ve papazları atamak veya görevden almaktır.

    Patrikhanenin ve patrikhanenin temsil ettiği toplumun en yüksek dini başkanı patriktir. Ancak patrik tek başına karar veremez. Sinod’a danışması gerekir. Patrik olabilmek için evlenmemiş olmak ve sinod üyesi bulunmak gereklidir. Patrik vekili ise, patriğin bulunmadığı zamanlarda onun görevini yapar. Patrik vekili de sinod üyeleri arasından seçilir. Bazen sinod’a, patrik vekilinin yerine de üye seçilir. Bazan de patrik vekili ile birlikte on iki kişi olur.

    Museviliğin Yahudîler arasında yayılmasından sonra Hz.Süleyman bütün tapınakları kapatmış ve bir tek ibadethane yaptırmıştır. Bunun adı Mescid-i Aksa veya Süleyman Mabedi’dir. Kudüs’de bulunan bu tapınak iki kez yıktırılmış ve ikinci yıkılıştan sonra Yahudiler bir daha onarmamışlardır. Zaten halkın pek çoğu katledilip veya sürgün edildiğinden yıl siyasal birlik kuramamış, böylece onarım işi de imkânsızlaşmıştır.

    Başlangıçta Tanrı’nın oturduğu yer veya Tanrı’nın tahtının bulunduğu yer olarak kabul edilen bu bina Yahudilerin tek ibadet yeriydi. Bundan başka yerde ibadet edilemezdi. Ancak tapınağın yıkılışı ve sürgünler nedeniyle Yahudîler arasında yeni ibadethaneler fikri ortaya çıkmıştır. Daha çok toplum içinde birliği sağlamak ve Yahudî toplumunu örgütlemek ihtiyaçlarından doğan bu düşünce, dünyanın her yerinde havraların yapılmasına yol açtı. Bu havraların yönetimi bir merkezde toplanarak buraya, havralardaki din adamı olan hahamdan dolayı, hahamhane ve hahambaşılık denildi. Bu hahamhaneler Yahudîlerin bulunduğu hemen her bölgede kuruldu.

     

     (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )
  • 5. Hafta: Osmanlı İmparatorluğunda Devşirme Sistemi

    Kuruluş dönemi Osmanlı ordusu başlangıçta, sınırlarda toplanan aşiret kuvvetleri ile cihad amacıyla yine buralara gelmiş gazilerden oluşuyordu. Kuşkusuz bunlar, sürekli ve örgütlü bir ordu değildi. Ancak, İslâm dininin verdiği heyecan ve uc bölgelerinin sosyo-ekonomik yapısından kaynaklanan savaşkan bir topluluktu. Hepsi atlı olup hafif silahlarla savaşırlardı.

    Osmanlı Beyliği yavaş yavaş genişlemeye başlayıp büyük kent ve kaleleri ele geçirdiği zaman, buraları koruyacak ve merkezi otoriteyi sağlayacak sürekli bir yaya ordusuna ihtiyaç duydu. Böylece bu atlı kuvvetlerin dışında Yaya ve Müsellem denilen teşkilat kuruldu. Aşiret kuvvetleri ve köylülerden toplanan bu kuvvete paralel olarak kent halkı arasından toplanan bir de Azap  askeri vardı.

    Yaya teşkilatının esasını ocaklar oluştururdu. Ocaktaki er sayısı değişkendi. Ocak grubunun içinden birisi baş seçilir ve buna Yayabaşı veya Başyaya denirdi. Bu yayalar bir takım vergiler vermekle yükümlüydü. Ancak yaya, at besler ve atlı olarak savaşa giderse bu vergilerden muaf ve müsellem tutulurdu. Onun için bunlara Müsellem denmiştir. Teşkilat olarak yayaların aynı idiler.

    Yaya ve Müsellemler, Kapıkulu teşkilatı kurulduktan sonra geri hizmete alınmamışlar, daha uzun süre savaşçı sınıf olarak görev yapmışlardır.

    Balkanlarda fetihler çoğalıp, sınırlar genişleyince Devletin askere olan ihtiyacı da o ölçüde arttı ve yeni yeni kaynaklar arandı. Bu arada, savaşlarda esir düşenlerin gençlerinden beşte biri devlet hesabına alındı ve bunlara kısa bir süre eğitim ve öğretim yaptırılarak yeni bir ocak oluşturuldu ki bu, Yeniçeri Ocağının başlangıcıdır. Bu tarihlerde henüz Devşirme söz konusu değildir ve tutsakların beşte biri alınarak oluşturulan bu sisteme pencik denmektedir.

    Acemi ocağı ile Yeniçeri ocağının başlangıcı funduszeue.info dönemine kadar çıkarılabilmektedir ve Yeniçeri ocağına asker yetiştirmek üzere ilk Acemi ocağı Gelibolu’da kurulmuştur. İlk dönemlerde tutsaklar doğrudan doğruya bu ocağa alınarak bir kaç akçe gündelik ile Gelibolu, Çardak ve Lâpseki arasında işleyen ulaşım araçlarında hizmet görmüşler ve sonra Yeniçeri ocağına alınmışlardır. Tutsaklar fırsat buldukça kaçtıkları için bu yöntem bırakılmış ve savaşlarda tutsak olan Zimmilerin küçük yaşta olanlarının beşte biri alınmaya ve Anadolu'da Türk köylülerinin yanında Türk-İslâm eğitimi verildikten sonra Acemi ocağına kaydolunmaya başlanmıştır. Devletin fazla tutsağa ihtiyacı olmadığı zamanlar, tutsak bedelinin karşılığı olarak para alınmıştır.

    Zamanla, Pencik yöntemiyle toplanan askerler de ihtiyacı karşılamayınca, devlet yeni yollar ve kaynaklar aramaya başlamıştır. Özellikle Ankara Savaşından sonra, Osmanlı fetihlerinin yaklaşık elli yıl duraklamış olması, Pencik oğlanlarının sayısında büyük ölçüde azalmaya yol açmıştır. Asker yetiştirmek için yeni kaynaklar aranmasında en önemli etken bu olmalıdır.

    Böylece devletin, sınırları içinde bulunan Gayrimüslim çocuklarından Acemi oğlanı toplamak üzere uygulamaya girişmesi ile Devşirme yöntemi ortaya çıkmıştır. Devşirme’nin uygulamaya konulmasıyla Pencik yöntemi kalkmamış, ancak bir tür vergi olarak devam etmiştir.

    Devşirme yöntemi ancak XVI. Yüzyıl sonlarına kadar bozulmadan devam edebilmiş, bu tarihten itibaren kuloğlu veya ağaçırağı adı altında bir takım kimseler ocağa alınmak suretiyle sistem yavaş yavaş bozulmuştur. IV. Murat döneminde yapılan ıslahat arasında Devşirme sorunu da ele alınmış fakat yapılan düzenlemeler geçici olmuştur. Bu kez ocağa yalnız kuloğulları ve ağa çırakları değil ferzend-i bevvab ve ferzend-i çaşnigir adlarıyla kapıcı ve sofracıların çocukları da alınmaya başlamıştır. Giderek çok kısa bir sürede Devşirme yasası bütünüyle bırakılıp Hıristiyan çocukları yerine Müslüman çocukları devşirilmeye başlanmıştır. Demek oluyor ki Devşirme yoluyla Hıristiyan çocuklarının toplanması XV. yüzyıl ortalarından XVI. yüzyıl sonlarına kadar ancak yaklaşık yıl sürebilmiştir.

    Osmanlı İmparatorluğu tarihi içinde kısa sayılabilecek bir süre içinde uygulanan bu işlemde dikkat edilmesi gereken bir husus da Devşirmenin her yıl yapılıp yapılmadığı, devşirilen çocukların sayısı, Devşirme toplanan bölgeler ve Devşirme çocuklarının hangi Gayrimüslim topluluklardan toplandığıdır.

    İslâm Hukukunda bu konuyla doğrudan ilgili açık ve kesin hükümler bulunmaması nedeniyle bizim de kesin bir sonuca varmamız söz konusu değildir. Fıkha uygun olup olmadığı konusunda hukukî yönden kuşkuda bulunduğumuz Devşirme yönteminin, Osmanlı İmparatorluğu içinde doğal bir davranış ve uygulama olduğunu daha açık bir biçimde söyleyebiliriz. Devşirme, İmparatorluğun ihtiyaçlarından doğan ve örf hukukuna dayanan bir uygulamadır. Bu uygulamanın Anadolu ve Balkanlardaki Türkleşme ve İslamlaşmaya etkisi çok sınırlı olmuştur. Devşirme;

    1-Zaman olarak sınırlıdır.

    2-Bölge olarak sınırlıdır.

    3-Etnik yapı olarak sınırlıdır.

    4-Din bakımından sınırlıdır.

    5-Her yıl toplanmaması bakımından sınırlıdır.

    6-Her seferinde toplanan Devşirme sayısı bakımından sınırlıdır.

    7-Toplanan çocukların yaş durumları bakımından sınırlıdır.

    8-Fizik yapıları bakımından sınırlıdır.

    9-Sosyal durumları bakımından sınırlıdır.

    Kültürel durumları bakımından sınırlıdır.

    Ailenin çocuk sayısı bakımından sınırlıdır.

     

     

     (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )
  • 6. Hafta: Osmanlı İmparatorluğunda Zimmilik Durumunun Hukuki Esasları

    Osmanlı İmparatorluğu, Müslüman olmayan halk için din ve mezhep farkı gözetmeden geniş bir eşitlik tanımıştır. Özellikle sosyal haklar açısından tam bir eşitliğin varlığı kabul edilebilir. Mesela şu veya bu dine veya mezhebe mensup olduğu için hiçbir Gayrimüslimin seyahat ve yerleşmeyle ilgili özgürlükleri sınırlı değildir.

    Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde Müslüman olmayan halk seyahat veya yerleşme etmek bakımından, bir iki önemsiz durum dışında, hemen hemen Müslüman halka yakın durumdadırlar. Ancak Müslümanlar için kutsal sayılan Mekke ve Medine gibi şehirlerde cami, mescit ve ziyaret -yatır- gibi yerlere Gayrimüslimlerin girmesi yasaklanmıştır. İslâm hukukunda da özellikle belirtilen bu noktayı Osmanlı İmparatorluğu da aynen uygulamıştır. Buna paralel olarak Müslüman halkın, Gayrimüslimlere ait kilise, manastır, özellikle Kudüs’deki kutsal yerler ve havra gibi yerlere girmeleri de yasaklanmıştır. İslâm hukukunda Müslümanların, Gayrimüslimlere ait kutsal sayılan yerlere girmesini engelleyen hiçbir kayıt yoktur. Müslüman olmayan halka ait dini binalara sadece Müslüman olmayan halk değil, görevli olmadığı takdirde mîrimîran, mîriliva, sübaşı, işerleri girmesi de yasaktır. Osmanlı İmparatorluğunun tanımış olduğu bu eşitliğe rağmen bazen Müslüman halk veya devlet memurları, Gayrimüslim halkın seyahatine engel olmuş veya güçlük çıkarmışlardır. Yalnız bu müdahaleler sadece âyinlerini yapmak üzere gidenlere yapılmıştır. Devlet bu ve buna benzer olayların tekrar etmemesi için önlem almış, böyle kimselere elbise değiştirmek ve hatta silah taşımak hakkını tanımıştır.

    İkamet özgürlüğündeki eşitlik, seyahat özgürlüğündeki eşitliğe göre daha sınırlı tutulmuştur. Müslüman olmayan halkın Mekke ve Medine’de oturmaları yasak olduğu gibi, bu iki bölgeden başka yine Müslümanlar için kutsal sayılan yerlerde yerleşim de yasaklamış veya bazı özel şartlara tabi tutulmuştur. Genellikle büyük mescit ve camilerin civarında Müslüman olmayan halkın oturması sakıncalı görülmüştür.

    Yeni fethedilen yerlerde bulunan halkın bir kısmı, özellikle ihtiyaç duyulan meslek sahipleri, fetihten sonra mecburi iskâna tabi tutulmuşlardır. Bir yerin fethi sırasında oradaki halkın bir kısmının İstanbul’a veya başka bir Osmanlı şehrine nakledilmesinin diğer bir nedeni de güvenlik önlemidir.

    Anadolu Beylikleri döneminde Gayrimüslimlerin giyimlerine devlet veya sultanlar tarafından pek karışılmadığını ve İslâm egemenliğinde yaşayan Gayrimüslimlerin giyim, mesken yapma ve davranış özgürlüğü bakımından en çok bu dönemde hürriyete sahiplerdi Anadolu Beyliklerinden biri olan Osmanlı Devleti için de bu durum aynı idi. Ancak III. Murad’a ait bir fermanda giyim konusundaki kısıtlamanın Fatih zamanında da olduğu belirtilmektedir. Buna rağmen XV. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı İmparatorluğunda Müslüman olmayan halkın büyük ölçüde giyiniş, mesken yapma ve davranış özgürlüğü içinde olduğu ileri sürülebilir. Ancak bir tarihten sonra Osmanlı İmparatorluğunda da Zimmîlerin giyimine kayıtlar konulmaya başlanmış ve hatta buna uymayanlara ağır cezalar verilmiştir. Osmanlı tarihinde giyim, mesken yapma ve davranış kısıtlamasının en ağır olduğu dönem II. Murat zamanıdır.

    Osmanlı İmparatorluğunda mesken konusu Müslim ve Gayrimüslim açısından hemen hemen hiç bir dönemde büyük bir şikâyet konusu olmamıştır. İslam hukukuna göre Gayrimüslimler, Müslümanlardan daha büyük ve yüksek ev yaptıramazlarken, Osmanlı İmparatorluğunda böyle bir yasak hiçbir dönemde uygulamamıştır. Mesken konusuyla ilgili olarak kilise, manastır, havra gibi  ibadet yerlerinin yapımı ve onarımıyla ilgili bir takım yasak ve sınırlamalar ise sürdürülmüştür.

     

      (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )

     


  • 7. Hafta: Zimmilerin Ceza Hukuku Bakımından Durumları

    Ceza hukuku açısından İslâm Hukuku, Osmanlı İmparatorluğunda tam anlamıyla uygulanmamıştır. Zira bazen Fıkıh hükümlerinin emrettiği cezalar değiştirilmiş, bazen da olmayan yeni cezalar konmuştur.

    Osmanlı İmparatorluğunda, işlenen bir suçtan dolayı verilen cezaları iki ana grupta toplanmaktadır. Bunlardan ilki şekil ve miktarları önceden belirlemiş olan siyaset yani Hadd, kısas ve diyet, ikincisi ise kadının yetkisine bırakılmış tazir cezalarıdır.

    Siyaset, ağır suçlardan dolayı verilen cezadır. Bu, ölüm cezası şeklinde veya bu ceza verilmeden de uygulanabiliyordu. Ölüm cezası verildiği durumlarda buna Siyaseten katil denirdi ki boğarak, kafasını keserek, asarak yani idam ederek öldürme ve kısas bu ceza türleri arasındaydı. Osmanlı İmparatorluğunda siyaseten katil konusunda Müslüman halk ile Müslüman olmayan halk arasında bir fark yoktu. Bu bakımdan tebaa arasında bir fark gözetilmez, Müslümanlar irtidât etmedikçe, Gayrimüslimlerin de zimmet hukukunu bozulmadıkça siyaseten katlin hükümleri her iki gurup için de eşit olarak uygulanırdı.

    Ölüm cezasının dışında kalan siyaset cezaları ise, kısas cezası uygulanmadığı zaman, onun tazminatı şeklindeki diyet, kürek, ağır hapis ve para cezaları veriliryordu.

    Kadının yetkisine bırakılan tazir cezalarının kanunnamelerde ve fermanlarda şekil ve miktarları belirtilmemiştir. Özellikle küçük suçlar için verilen bu ceza dayak (falaka), teşhir, azarlama ve hatta sürgün cezalarıdır. Siyaset cezalarında olduğu gibi tazir cezalarında da Müslim ve Gayrimüslim ayırımı yapılmaz, herkese aynı miktarda ve şekilde uygulanırdı. Ancak istisnalar olabiliyordu. Gerek kanunnamelerde gerekse davalar arasında bununla ilgili örnekler görülmektedir. Osmanlı İmparatorluğunda Zimmîler, Zimmîlere karşı veya Müslümanlara karşı işledikleri suçtan dolayı nasıl cezalandırılmışlarsa, Müslümanlar da Zimmîlere karşı işledikleri suçlar sebebiyle cezalandırılmışlardır. Cezalar verilirken bazen rüşvet devreye girebiliyordu Bu durumlarda rüşveti veren de alan da cezalandırmıştır. Suç işleyen Gayrimüslimleri suçlarından dolayı cezalandırdığında, her hangi bir nedenle aile ve akrabalarının zarar görmemesine de dikkat ediliryordu.

    Osmanlı İmparatorluğunda Gayrimüslimlerin ceza hukukunu yetki veya alan bakımından da iki gruba ayrılmaktadır. İlki Osmanlı İmparatorluğu’nun ceza hukuku alanı ikincisi ise Gayrimüslimlerin, özellikle dinî bakımdan ait oldukları, kilise, patrikhane, havra ve buralardaki din adamlarına tanınan ceza hukuku yetkisidir. İkincisi ilkine göre çok daha dar ve basit suçlar ile hafif cezaları içermektedir. Aynı zamanda bu suç ve cezalar daha çok kilise içi ve dinî konularla ilgilidir. Bu cezalandırma sırasında kim olursa olsun görevli olmayan kimselerin karışması veya engel olması kesinlikle yasaklanmıştır.

    Kendi hukuk alanları içinde ceza verme yetkisine sahip olan Gayrimüslim din adamlarına, kendi cemaatlerinde olsa bile ölüm cezası yetkisi verilmemiştir. Dahası bütün ağır cezalar da bu yetkinin dışındadır. Bu nedenle, bu kimseler ellerinde bulunan ceza hukukunun dar sınırlarını genişletmek amacıyla, toplumlarında cezalandırılmasını isteyip de cezalandıramadıkları kimseleri dönemin padişah veya sadrazamına şikâyet etmişlerdir.

    İhtida konusunda Osmanlı İmparatorluğu Fıkıh hükümlerine oldukça bağlı kalmıştır. Osmanlıların hemen hemen hiç bir döneminde, zorla İslamlaştırma yoluna gidilmemiştir. Devlet ihtidayı her zaman teşvik etmiş ve Müslüman olanları ödüllendirmiştir. Ödüllendirme genellikle tımar veya gedik tevcih etmek şeklinde olmuştur. Sadece orta halli veya yoksul halk değil, beyler, hatta kırallar bile ihtida etmişlerdir. Özellikle Gürcü beyleri arasında İslâmiyeti kabul edenler çoktur Diğer yandan Eflak ve Boğdan’da da yüksek tabaka arasında ihtidalar olmuştur. Nitekim XVI.yüzyıl ortalarında Boğdan voyvodalarında İlya Rareş Müslüman olmuştur.

    Halk toplulukları içinde ihtida edenlere verilen mükâfatlara göre, bu, yüksek sınıfa mensup yeni Müslümanlara verilen armağanlar da toplumsal durumlarına uygun olarak daha büyük olmuştur. Mesela, yukarıda sözkonusu ettiğimiz Boğdan voyvodasının ihtidasından sonra, başta vezirler olmak üzere devlet adamlarının verdikleri armağanlar, bir servet olabilecek kadar çoktur.

    Zimmî Müslüman olurken bir takım işlemler yapılmaktadır. Her şeyden önce ihtidanın kadı huzurunda yapılması gerekir. Önce kelime-i şehadet getirtilir. Buna iki Müslümanın tanıklığı gerekir. Daha sonra Zimmîye Arapça bir isim verilirdi. İsmi değiştirildikten sonra da başına Müslümanların giydiği sarıktan sarılıp daha sonra sünnet ettirilmektedir. Böylece Müslüman olma işlemi tamamlanmış olurdu.

    İhtidanın tam zıttı olan irtidat ise Osmanlı İmparatorluğu’nda son yüzyıl dışında pek görülmemiştir. Zaten İslâm hukuku hükümlerine göre ağır cezaları vardır.

    Fıkıh hükümlerinin aksine olarak Zimmîler Osmanlı ordusunda askerlik yapmışlardır. Sipahilik ve topçuluk yaptıkları gibi, Martolos, Eflak Voynuk, Lagator ve Pirimkür gibi geniş ölçüde ve özel örgütlerde de askerlik görevinde bulunmuşlardır. Doğrudan Osmanlı ordusunda asker olarak görev alan Gayrimüslimler genellikle geri hizmetlerde kullanılmışlar ve pek azı savaşçı olarak kullanılmıştır. Donanma hizmetinde çalışan Hıristiyan leventler ve kürekçileri de, askerlik görevi yapanlar arasında sayılmalıdır. Özellikle Ege adalarında eli silâh tutan erkeklerin, denizden gelecek her hangi bir saldırıya karşı sırayla nöbet beklemelerini de bir tür askerlik hizmeti kabul edilebilir.

    Zimmîler çeşitli yerlerin iltizam ve mukataalarında görev aldıkları gibi tercüman ve diplomat olarak da çalışmışlardır. Yavuz Sultan Selim Mısır’ın fethinden sonra Abraham Castro adlı bir Yahudiyi darphane emîni olarak atamıştır.

    Osmanlılar fethettikleri yerlerde patrîk, metropolit ve piskoposları tanımakla kalmıyor, onları koruyup, tımarlar vererek, bir tür devlet memuru durumuna getiriyorlardı. Tımar yalnız din adamlarına değil, sivil halka da veriliyordu. Bunların içinde bazıları da kendi toplumlarının bir çeşit muhtarı durumunda olan Çeribaşılık, köy Kethüdalığı, Meliklik, Kınez ve Voyvodalık gibi görevlere atanıyorlardı.

    Zimmîler için resmî görev sayabileceğimiz bir iş de casusluktur. Devlet casusluk işinde hemen hemen bütünüyle Zimmîleri kullanmıştır. Kuşkusuz bunda Gayrimüslimlerin daha iyi yabancı dil bilmelerinin ve yabancı toplum içinde yaşama imkânlarının oluşunun bunda önemli payı vardır.

     

     (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )
  • 8. Hafta: Zimmilerin Aile Hukuku

    Osmanlı İmparatorluğu Zimmîler arasındaki evlenme ve boşanmaya hemen hemen hiç karışmamış, bunu tamamen kendi din adamlarının yetkisine bırakmıştır. Evlenme ve boşanma konusundaki geniş yetki yanında, kilise yasalarına aykırı bir şekilde papaz ve rahiplerin nikâh kıymalarına da izin verilmemiştir. Kendi âyinlerine göre deyimi, Gayrimüslimlerin kendi dinsel inançlarına göre eklenecek olan kadın ve erkekte aranan şartlar anlamına gelmektedir. Bu koşullar belli başlıları şöyledir: Evlenecek kadın ve erkek mutlaka Hıristiyan olmalıdır. Ortodoks, Katolik, Protestan gibi mezhep ayrılıkları bile evlenmeye engel oluşturmaktadır. Bir erkek bir kadınla evlenebilir. Nikâh mutlaka kilisede ve bir dinî yetkilinin gözetimi altında olmalıdır. Evlenme töreni için belli dualar okunduktan sonra töreni yürüten din adamı tarafından kutsanmalıdır.

    Eşlerin boşanması için İslâmiyet’teki talak gibi kolay usullere karşın Hıristiyanlıkta zorlaştırıcı şartlar vardı. Hıristiyan bir koca karısını kendi kendine boşayamazdı. Boşanma işlemini de kilisede yapılırdı. Boşanmak kolay olmazdı. Hem kilisenin şartlarına uymayan hem de devletin yasak etmiş olmasına rağmen meşru olmayan nikâhların kıyıldığına da şahit olunmaktadır.

    Osmanlı İmparatorluğu evlenme ve boşanma işinde olduğu gibi, miras konusunda da Müslüman olmayan halkı serbest bırakmıştır. Eğer ölenle ilgili veraset davası yoksa kadı bütün malları koruma altına alarak beytü’l-mal emini de dâhil olmak üzere hiç kimse buna müdahale edemezdi. Ölenin kim olduğu ve verasetle ilgili ülkesinden aldığı belgeler kontrol edilir. Sonradan durum payitahta bildirilirdi. Padişah tarafından soruşturma yaptırılır ve doğru olduğu anlaşılırsa ölenin mallarının hepsi gelene iade edilerek gönderilir. Kadılar mal taksimi sırasında herhangi bir para alması da yasaklanmıştır.

    Gayrimüslimin mirasçıları vasiyetnameye itiraz ederlerse buna dair işlemlerde gerekli soruşturmalar yapıldıktan sonra uygulanırdı. Genellikle ruhban sınıfından olanlar mallarını kiliseye bağışlamış oluyorlardı. Bu durumda  akrabaları vasiyetnameyi dinlemeyerek ölenin malına el koyma yoluna gitmişlerdir.

    Patrikhane ve hamamhanelerin mirasla ilgili sorunları çözmeleri yanında-özellikle ruhban sınıfına ait kişilerin mirasla ilgili sorunları mirasları buralarda görülürdü. Osmanlılar’da bazen Müslüman olmayan halka ait miras sorunlarını da çözmüştü. İster Müslüman, ister Gayrimüslim olsun varisler istemedikleri sürece devlet memuru olan kassamlar mirasa karışamazlardı.

    İslâm hukukunda Müslümanların nasıl ve ne şekilde vakıf kurabilecekleri uzun uzun anlatılmıştır. Türkler İslâm dünyasına girdikten sonra çeşitli sebeplerden dolayı vakıf konusunda çok cömert davranmışlar ve pek çok vakıf kurmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğunda da bu iş ancak bir nezaretle idare edilecek kadar çok ve genişti.

    İslam hukukunda Müslüman olmayan halkın da hangi şartlarla vakıf kurabilecekleri belirtilmiştir. Buna göre, bir Zimmî ancak kendi dinsel kurumlarına ve kendi toplumuna ait vakıf kurabilirdi. Bir Müslüman, Zimmî için vakıf kuramayacağı gibi, bir Zimmî de Müslüman için vakıf kuramazdı.

    Osmanlı İmparatorluğunda, tebaadan olmayan yabancıların, yani harbîlerin ne amaçla olursa olsun vakıf kurmaları yasaklanmıştır. Tebaadan olan Gayrimüslimler ise kendi inançlarına göre vakıf kurabilirlerdi. Mirî toprak üzerinde çiftlik sahibi Zimmînin, bu toprağı vakfetmesi söz konusu değildir. Vakıf ancak mülkiyet üzere mutasarrıf oldukları şeyler üzerinde olabilirdi.

     

      (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )


  • 9. Hafta: Ekonomik Hayatları

    Osmanlı İmparatorluğunda Müslüman olamayan halkın mülkiyet ve tasarruf hukuku sınırlıdır. Ancak bu sınırlama yalnız Zimmîler için değildir. Müslüman halkın da mülkiyet ve tasarruf hakları sınırlıdır. Daha doğrusu Fıkıh hükümlerine göre düzenlenen mülkiyet ve tasarruf konusunda teb’a bu günkü anlamda tam olarak bağımsız değildir. Osmanlı İmparatorluğunda da durum aynıdır. Devletin toprakları İslâm hukuku hükümlerine göre bir takım kısımlara ayrılmıştır. Bu kısımlar içinde Gayr-i müsilmleri en çok ilgilendiren “arazi-i haraciyye”dir. Böyle topraklarda bağ, bahçe ve diğer toprak çeşitleri halkın mülkü olup diledikleri gibi tasarruf hakkına sahiplerdir. Bu topraklarda tam mülkiyet bağımsızlığı vadır ve tasarrufun sınırı yoktur.

    Daha Selçuklu döneminde olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu döneminde de Zimmîler arasında ve Zimmî ile Müslüman arasında sözleşme ve anlaşmalar yapılmıştır. Bu sözleşme ve anlaşmaların büyük bir kısmı borç alıp verme veya kefil olma konularında olmuştur. Diğer yandan kira ve icare ile ilgili sözleşmeler de olmuştur. Bu sözleşmeler bazen kefillerin veya borçluların sözlerini tutmamaları nedeniyle bozulmuştur. Devletin müdahale etmediği bu gibi sözleşmelerde suistimaller olmuş ve yalancı tanıklarla, kimseye borcu ve kefaleti olmayan kimselerden para koparmak yoluna gidilmiştir.

    Müslüman olmayan halk yalnız Osmanlı İmparatorluğu zamanında değil, daha önceki dönemlerde de ticaret hayatına hâkim olmuşlardır. Zaten Gayr-i müslimlerin ticaret yetenekleri ve gelenekleri yanında devlet ve Müslüman halk, ticareti de sanat gibi makbul bir iş saymadığından, doğal olarak ticaret hayatı Müslüman olmayan halkın tekeline girmiştir. Müslüman olmayan halk içinde Yahudilerin ticaretteki önemi herkesce bilinen bir gerçektir. Yahudilerin ticaret geleneği çok eskilere dayanmaktadır. Yukarıda belirttiğimiz gibi yalnız Osmanlı döneminde değil, eski çağlardan beri gittikleri her ülkede ve her dönemde Yahudiler ticaret hayatına hakim olmuşlardır. Yahudilerdeki bu ticaret yeteneği ve geleneğini esas olarak “Babil sürgünlüğü” ne kadar çıkarmak mümkündür. Bu tarihlerde Musevîlik kesin şeklini almıştır. Musa dini ile çiftçiliği bir arada yürütmek çok zordur. Mesela, Sabbat günü Musevî inançlarına göre, kimse kimseye, özellikle hayvanlara, dokunamaz, ateş yakamaz, kısaca hiç bir iş yapamazdı. Oysa bir çiftçinin gerektiği zaman bahçesini ve her gün hayvanlarını sulaması gerekirdi. Bunun yanında Yahudilerin ana yurtlarından uzakta bulunmaları toprak sahibi olmalarına engel olmuştur. Bu nedenden Yahudiler Babil sürgünlüğünden itibaren gittikleri ülkelerde tarım yerine sanat ve ticaretle uğraşmışlardır.

    Yurtdışı ticarette de Gayr-i müslimler içinde Yahudiler başta gelmektedir. Yurtdışı ticarette devletin en çok önem verdiği noktalar, Osmanlı topraklarında bulunmayan şeylerden az gümrük alınması, dışarıya çıkarılması yasak olan şeylerin çıkarılmaması ve gümrük vergisinin normal bir şekilde ödenmesidir.

    Dışarıya çıkarılması yasak olan şeyler genellikle zahire, at, savaş aletleri, deri, altın ve gümüş gibi değerli madenlerdir. Bu maddelerin dışarıya çıkarılması yasaklanırken, ya yurt içindeki mal darlığı veya o maddenin stratejik önemi göz önüne alınmıştır. Mesala, buğday ihtiyacını mutlaka dışarıdan sağlamak durumunda bulunan Venedik’le Osmanlı İmparatorluğu arasında bir anlaşmazlık çıkınca, devlet Venedik’e buğday ihracını yasaklamıştır. Bu durumda buğday stratejik bir madde niteliğini kazanmıştır. Kuşkusuz bu yasaklar bütün teb’a içindir. Müslüman olmayan halk için bu konuda özel bir uygulama yapılmamıştır.

    Yurt dışına çıkarılması yasak olan bu mallardan başka, yurt içinde satışı yasak olan mallar da vardı. Başta yine Müslümanlar için kutsal sayılan eşyanın Zimmîler tarafından alış verişi yasaktı. Ayrıcva Fıkıh hükümlerince de yasak olan Gayr-i müslimlere esir satılması, ahırlarında hayvan besleyenlerin gerektiğinde bunları Yahudilere satması da bu yasaklar arasında idi.

    Şarap, meyhane ve tuz işleri ise bir tür tekel satışı durumundaydı. Dışarıdan gelen tuzlar ancak tuz âmilinin elinden geçtikten sonra satılabilirdi.

    Osmanlı İmparatorluğunda şarap yapmak ve satmak, gerekli vergiler ödendikten sonra, serbestti. Ancak Müslümanlara şarap satılamazdı. Ayrıca Zimmîler kendileri içmek için yaptıkları şaraba da vergi ödemezlerdi. Bununla ilgili olarak yabancı elçilerin dışarıdan serbestçe şarap ithal etmelerine izin verilmişti. Vergi sadece satılacak olan şaraplardan alınırdı. Sokak aralarında açıkça şarap satmak da yasaklar arasında idi.

    müslüman olmayan halk için domuz beslemek, alıp satmak ve yemek tamamen serbest bırakılmıştır. Yalnız, domuz besleyenlerden “resm-i hınzır” adı altında bir vergi, satışını yapanlardan ve gerek yemek ve gerekse satmak için kesenlerden de bac alınmıştır. Ancak bu vergilerin miktarı yere ve  zamana göre değişik olmuştur.

    Osmanlı İmparatorluğunda el sanatları ve atölyeler şeklinde oluşan küçük endüstri hayatı da Müslüman olmayan halkın elinde bulunmuştur. Mesela, deri, kösele işleri, dokumacılık, matbaacılık, enfiye yapımı, kazan ve benzeri eşyaların yapımı daha çok Zimmîlere bırakılmıştır.

    Faiz ve tefecilik İslâm hukukunca Müslümanlar için yasaklanmış fakat bu yasağa da şarap yasağı gibi Müslümanlar tarafından pek uyulmamıştır. Ancak şarap yasağı için hiç bir hie-i şer’iyye bulunamadığı halde faiz işlemi için, dolambaçlı yollardan da olsa, bir yol bulunmuştur.

    Osmanlı İmparatorluğunda, özellikle Müslümanlar için makbul sayılmadığından, Zimmiler bol bol faiz ve tefecilik yapmışlardır. Özellikle Ermeni sarrafların ve banker Yahudilerin bu işte önemleri büyüktür.

     

    Osmanlı İmparatorluğunda sanat ve ticaret Müslüman halk tarafından makbul işler sayılmadığından bu gibi işleri genellikle Gayr-i müslimler yapmışlardır.

    Müslüman olmayan halk hemen hemen akla gelebilecek her türlü işi yapmışlardır. Ancak yalnız Müslümanlara özgü bazı iş ve görevler de vardır ki bunlar Gayr-i müslimlere verilmemiştir. Mesela, müftülük, kadılık, müderrislik gibi ilmiye mesleği Müslümanlara özgü olduğu gibi camilerle ilgili vakıfların mütevelliği, Kur’an ticareti ve benzeri işler de yine Müslüman olmayan halka kapalı idi.

    Zimmîlerin en çok rağbet ettikleri meslekler hekimlik, sarraflık, kuyumculuk, mimarlık, tüccarlık ve diğer el sanatlarıyla ilgili mesleklerdir. Bunlardan hekimlik en çok Yahudiler elinde bulunmuştur. Gayr-i müslimlerin, hekimlik mesleğinde geniş iş alanı bulmalarının bir sebebi de Osmanlı İmparatorluğunda kadınların doktor olmamaları nedeniyle kadın hastayı muayene ve tedavi edecek doktorun erkek olması mecburiyetidir. Bu durumda kadın hastayı muayene ve tedavi edecek hekimin, Müslüman yerine Zimmîlerden olması tercih ediliyordu. Kuşkusuz bunun nedeni Müslüman kadınların Gayr-i müslim erkeklere haram olduğu inancıydı.

    Osmanlı tarihinde yalnız Müslüman kadınlardan değil, Müslüman olmayan kadınlardan da hekim olamıyordu. O dönemin anlayışına göre, hekimlik mesleği yalnız erkeklere özgü idi. Ancak Zimmî kadınlardan, özellikle sarayda, hastabakıcı durumunda kimselerin bulunduğu da olmuştur.

    Yahudiler gerek dinî gerekse siyasî nedenler yüzünden çiftçilikle uğraşamayınca, bunun dışında kalan meslek ve işlere el atmışlardır. Zaten Yahudiler arasındaki hekimlik geleneği oldukça eskilere dayanmaktadır. Musevîlikteki dört büyük melekten birisinin görevi hastaların iyileşmelerini sağlamak yani hekimliktir. Bu gelenek, bu gün de halâ inançlarına sıkı sıkıya bağlı bulunan Musevîlerin dinlerinden gelmekte ve bu din içinde önemli bir yer işgal etmektedir.

    Osmanlı İmparatorluğunda, Müslüman olmayan halkın özellikle çalıştığı son büyük meslek grubu tüccarlık, gümrükçülük ve mültezimlikti ki bu konuyu daha önceki bölümde anlatmıştık. Ancak burada da konuyu ticaret özgürlüğü açısından değil fakat meslek açısından bir kez daha ele almamız gerekir. Ticaret, gümrük ve iltizam işlerinde çalışan Gayr-i müslimler arasında bir sınıflandırma yapacak olursak, diğerlerince göre Yahudilere öncelik tanımamız doğru alır.

    Müslüman olmayan halkın, yukarıda sözü edilen hekimlik, mimarlık, kuyumculuk, sarraflık ve tüccarlık meslekleri dışında, diğer bütün mesleklerde de çalıştıkların söylemiştik. Bu meslekler, genellikle madencilik, meyhanecilik, duvarcılık, terzilik, çulhacılık, kürkçülük, arabacılık, balıkçılık, ırgatlık, rençberlik, çiftçilik hayvancılık kazancılık, celeplik, kasaplık, çöpçülük ve daha buna benzer günlük yaşamla ilgili işlerdir. Ancak bu sonuncu meslekler için hangi grup Zimmînin hangi meslekte daha çok çalıştığını tam anlamıyla saptamak şimdilik mümkün değildir.

      (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )

     


  • Hafta: İbadethane ve Ruhban Sınıfının Hukuki Durumları

    Osmanlı İmparatorluğunda, Müslüman olmayan halkla ilgili olarak ibadet yerlerinin ve dinî önderlerinin durumu, verilen fermanlarla belirtilmiştir. Daha ilk zamanlardan itibaren ibadet yerlerinin ve dinî önderlerinin durumu ile sonraki dönemler arasında fark vardı. Devletin sınırları genişleyip, daha çeşitli ve çok sayıda Müslüman olmayan halk egemenlik altına alınınca, bunların için durumlarını düzenleyecek bir takım kayıt ve şartların konması mecburiyeti ortaya çıktı.. Kudüs ve çevresindeki ibadet yerlerinin ve dinsel başkanların durumu aşağı yukarı Hz. Muhammed ve Dört Halife devrinde belirlenen duruma uymaktadır. İslamiyet’in çıkışı sırasındaki durumla kıyaslanınca Osmanlı dönemindeki farklar, her zaman Zimmîlerin lehine olmuştur. funduszeue.infoed  ve Dört Halife dönemi ile Osmanlı egemenliği dönemi arasında kalan Selçuklu, Eyyubî, Fatımî ve Memlüklüler devrinde durum hemen hemen değişmemiştir. Kısa süren ve yalnız Mısır ile Suriye’de egemen olan Tolunoğulları ve İhşidoğulları devrini ayrı tutarsak Emevi ve Abbasî devletleri zamanında, Kudüs ve çevresi dediğimiz Mısır, Suriye, Güney Anadolu ve Irak Gayrimüslimlerinin durumları Osmanlı dönemine nazaran iyi değildi.

    Devlet her zaman Zimmîlere ait ibadet yerlerine yapılan saldırıya engel olmuş ve suçluları cezalandırmıştır. Bu işlemi yaparken de suçluyu Zimmî veya Müslüman diye ayırmamıştır. Gayrimüslimlerin ibadet yerleri yani kilise ve havralar hep devletin güvencesi altındaydı.

    Yahudiler için Kudüs’deki kutsal yerler üzerinde bir takım ayrıcalık tanınan Ermeniler gibi Rumlara ve Katoliklere de Kudüs’deki kutsal yerler üzerinde bir takım tasarruf hakkı tanınmış ve bunların sınırları ayrı ayrı saptanmıştır. Paylaştırılarak bütün Hıristiyanların ortaklaşa kullanımına sunulan Kudüs’deki kutsal yerlerden başka İmparatorluğun her yanında patrikhanelere ve havralara ait dinî ve sivil binalar ile arazi ve malları üzerindeki tasarruf hakları da yine ferman ve beratlarla kendilerine verilmiştir.

    Patriklerin ataması devlet tarafından yapılırdı. Ancak atanacak patrîk kendi toplumları tarafından seçilir, seçme işine devlet karışmazdı. Seçme hakkı tamamen kiliseye aitti. Devlet sadece patrikleri veya hahambaşıları atardı. Yalnız patrîk veya hahambaşıların görevden alınma işi kiliseye, hahamhaneye veya buraları yöneten meclislere danışılmadan da yapılabilirdi. Görevden alma nedeni genellikle devlet ve ülke aleyhine davranışlar ve patrîk veya hahambaşının kendi toplumunu iyi idare etmemesi idi. Kuşkusuz görevden alma, patrîk için bir ceza idi. Patrîk devlete ve ülkeye karşı suç işlediği zaman sadece azledilmez, gerekirse idam da edilebilirdi.

    Patrikler ve diğer din adamları veya bunların vekilleri her hangi bir vesile ile seyahat ettikleri zaman, Müslüman kıyafeti giymek, ata binmek ve silah taşımak serbestisi yanında her türlü gümrük ve bacdan muaftılar. Ayrıca kilise, manastır, havra ve benzeri dinî yerlerde oturup kâr getirecek bir işle uğraşmayan veya hasta, felçli yahut buna benzer daha başka mazeretleri bulunan ruhban da Gayrimüslimlere mahsus vergiden ki en önemlisi cizyeden muaf idi.

    Osmanlı İmparatorluğunda öğretim, gerek Müslümanlar, gerekse Müslüman olmayanlar için olsun ibadethanelerin içinde veya onlara bağlı yerlerde yapılıyordu. Gayrimüslimlerin kilise ve havralarının dışındı ve dinsel olmayan öğretim kurumu yoktu. Padişahlar, Müslüman olmayan halk gruplarının dini başkanlarına birok kez verdikleri fermanlarla onları din işlerinde serbest bırakmış ve ibadethanelerinin içinde yapılan her türlü eğitim ve öğretime karışmamıştır. Daha açık bir deyimle Osmanlı İmparatorluğunda Müslüman olmayan halk, eğitim ve öğretim konusunda serbest olmuştur. Zimmîlerin eğitim ve öğretim konusunda yasaklı oldukları tek konu Kur’an ve diğer İslâmî bilgileri okumak, öğrenmek ve öğretmektir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Müslüman olmayan halk kilise ve havralar içinde rahatça ve ayrıntılara ilişkin bazı kısıtlamalar dışında istedikleri gibi ibadet etmişlerdir.

     

     (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )
  • Hafta: Zimmilerin Hukuk İşleri Ve Hukuki Durumları

    Osmanlı ceza kanunları, İmparatorluğun hemen hemen her yerinde aynı şekilde uygulanırdı.  İmparatorluk sınırları içindeki arazi veya vergi kanunnameleri böyle değildir. Her bölge, şehir, kasaba hatta köyler için ayrı kanunnameler düzenlenmiştir. Arazi kanunnamelerinin çeşitli olmasının birçok nedeni vardır. Bunlardan biri, yeni bir bölge fethedildiğinde kanunnamesi yapılırken o bölgenin, sosyal, ekonomik ve coğrafî yapısının göz önüne alınmasıdır. Gerçekten de mesela, Macaristan, Mısır, Anadolu ve Kafkasya’da örf, gelenek, coğrafî yapı birbirinden çok farklıdır.

    Osmanlı İmparatorluğunda kanun koyma ve yeni düzenlemeler getirme konusunda ilk esaslı faaliyet I. Bayezit devrinde başlar. Devletin, düzenli defter tutulması, arazi tahriri, kadılık kurumunda ıslahat gibi yenilikler bu dönemde yapılmaya başlanmıştır.

    Fetret devrinde, her konuda olduğu gibi bu konuda da bir duraklama olduğu kuşkusuzdur. Ancak II. Murat zamanında bu bu nitelikte yeniden başlamıştır.  Osmanlı hukukunun gelişmesinde Fatih devri bir dönüm noktası oluşturur. İmparatorluk tarihinde sürekli ve toplu yasama işlemi bu devirde önem kazanır. Bilindiği gibi Fatih’in hüküm ve yasakname olarak çıkardığı kanunlardan başka iki kanunnamesi daha vardır. Fatih’in başlattığı bu hareket Yavuz Sultan Selim, özellikle Kanunî Sultan Süleyman ve ondan sonra gelen padişahlar tarafından devam ettirilmiştir.

    Örfî hukuk alanına giren Osmanlı kanunnamelerinde hiç bir zaman şer’ilik derecesi tam değildi. Kur’an’da örgütlü bir devletin yönetimine yetecek ve kamu haklarına ait açık prensip ve hükümler çok azdır. Hz. Muhammed zamanında uygulanan bildiğimiz yöntemler de, bu konuda yetersizdir. İlk halifeler devrinde alınan önlemler ve konulan yasaklar da Fıkıh hükümlerine uymaktan çok yerli yönetim ve geleneklerin aynen kabul edilmesinden ibarettir. Esasen İslâm hukukundaki hiyle-i şeriyye meselesi bu gibi gerkliliklerden doğmuştur. Böylece Osmanlılardan çok daha önce şer’i hukukla örfî hukuk iç içe girmiştir. Kanun koyucu ilk Osmanlı padişahları gerçekçi bir şekilde hareket etmişler ve hatta gerektiğinde Hıristiyan ülkelerdeki yerli örf ve âdetleri olduğu gibi bırakmak cesaretini göstermişlerdir. Dünyaya yönelik dinsel kuralları istedikleri şekilde tevil ettirip, şeriatın açık bırakılmış yönlerinden istifade ederek İmparatorluğun hayatını düzenleyecek hukukî ortamı sağlamışlardır.

    Osmanlılar eski ve yasal yasaları yerinde bırakırken hükümlerden halkın yararına olanları almış, zararına olanları atmış ve yeni fethedilen ülkelerde eskiden beri süregelen düzeni kaldırmamışlardır. Yerinde bırakılan yasal yasalardaki birçok terim ve deyimler olduğu gibi bırakılmış ve bu durum Osmanlıların kendine özgü hukukî kuralları olmadığı ve diğer konularda da yabancı esasları benimsedikleri şeklinde yorumlanmamalıdır.

    Osmanlılar yalnız Balkanlar, Ege adaları ve Kıbrıs’daki özünün Hıristiyan örf ve kanunlarını devam ettirmişlerdir. Anadolu’da, Beylikler dönemine ait birçok kanunname ile Akkoyunlu, Safavî ve Memluklu kanunnamelerinden de bir kısmının uygulanması sürdürülmüştür. Ancak, Avrupa’da olduğu gibi, buralarda da yasalar aynen aktarılmamış, halkın çıkarı göz önüne alınarak bir takım değişiklik yapılmıştır.

    Osmanlı İmparatorluğunda yapılan kanunların ve yasakların uygulanmasına son derece dikkat edilmiş ve bu uygulama sırasında Müslim ve Gayrimüslim farkı gözetilmemiştir. Kanunları çiğneyenler, kadı ve sancakbeyi gibi kanun adamları bile olsalar en ağır cezaları görmüşlerdir. Bu amaçla çıkarılan fermanlara özel bir ad da verilerek adaletnâme denmiştir.

    Osmanlı İmparatorluğu, Müslüman olmayan topluluklara bazı alanlarda yargılama yetkisini de tanımıştır. Dolayısıyla İmparatorluk sınırları içinde Zimmîlere ait mahkemeler her zaman var olmuştur. Adı geçen bu mahkemelerin hukuk açısından yetkisi tam değildir. Mahkeme, basit davalara bakan bir kurum olup, ağır suçlarla ilgili davaları göremez ve ağır cezalar veremezdi. Cemaat mahkemelerinin bakabilecekleri davalar evlenme, boşanma, miras, din adamlarının ve vergi memurlarının atanması ve görevden alınması gibi konularda ki bunlar biraz da dinle ilgili idi. Zaten patrikhane ve havralarda, Osmanlı İmparatorluğundaki kadılık kurumu gibi gelişmiş bir organizasyon yoktu. Davalara genellikle hahambaşılar, patrikler veya onların vekilleri ve atadıkları memurlar bakardı.

    Davanın Zimmî mahkemelerinde görülebilmesi için davalı ve davacının Zimmî olması gerekliydi. Taraflardan biri Müslüman olursa davaya Müslüman mahkeme bakardı.

    Zimmî mahkemelerin baktıkları davalara, eğer davalı ve davacı her iki taraf isterlerse, Müslüman mahkemeler de bakabilirdi. Buna dair şer’iyye sicillerinde pek çok örnek vardır. Ayrıca iltizam, emanet, istihkak, kavga, hırsızlık ve yol kesme ile ilgili davalara da ister Zimmîler, isterse Müslüman- Zimmî arasında olsun doğrudan doğruya şer’i mahkemelerce bakılmıştır.

    Davaların duruşması sırasında Müslim ile Gayrimüslim arasında bir fark gözetilmemiştir. Zimmîler de büyük bir kolaylıkla ve istedikleri zaman haklarını aramak üzere Müslümanları mahkemeye verebilmişlerdir.

    Gerek iki Zimmî, gerekse Zimmî ile Müslüman arasında yapılan duruşma ile iki Müslüman arasında yapılan duruşma birbirinden farklı değildir. Duruşma sırasında önce davacının şikâyeti sorulur. Dinlendikten sonra davalı savunmasını yapar. Kadı karar veremezse tanıklara başvurulur. İki Zimmî arasındaki davada tanıklar Müslüman olmayabilirler. Ama Zimmî ile Müslüman arasındaki bir davada tanıklar ya Müslüman olmalıdır yahut da kadı, davalı ve davacıya durumuna göre yemin ettirmek suretiyle karar verir. Bazen davayla ilgili olarak keşif de yapılabilir.

    Zimmîlerle ilgili davalar önemine göre bazen Kazasker veya Şeyhülislâm huzurunda, bazen de Dîvân’da görülürdü. Yani önemli davalar kenar mahkemelerde görülmez, mutlaka İstanbul’a havale edilirdi. Hüccet verilen davaların tekrar ele alınması da yasaktı.

     (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )
  • Hafta: Zimmilerin Ödedikleri Vergiler

    Osmanlı İmparatorluğunda cizye, Gayrimüslim halk içinde belli bir takım koşulları taşıyan kimselerden, kişi başına alınan bir vergiydi. Cizye vermek için Zimminin belli bir yaşta olması ki bu 14 ila 75 yaş arasıydı,  hasta, sakat ve işsiz olmamak, Ehli zimmet olmaktı. Bu nitelikleri üzerinde taşıyan her Zimmî cizye ödemekle yükümlü idi.

    Cizye temini daha çok İmparatorluğun resmî kayıtlarında kullanılıyordu. Halk arasında bu vergiye genellikle haraç denirdi. Resmî kayıtlarda da cizye yerine haraç kelimesinin kullanıldığı olmuştur. Haraç ve cizye terimlerinin gerek Devletin resmî kayıtlarında, gerekse halk arasında birbirine karıştırılması, Osmanlı İmparatorluğu dönemine özgü bir özellik değildir. Daha İslâmiyet’in ilk yıllarında Ehli zimmetten haraç ve cizye alındığı zaman, bu terimler birbirine karıştırılmış ve farklılığını göstermek için başka kelime ile tamlama yapılmıştı. Bu yüzden haraç vergisine cizyetü’l-arz, cizye vergisine de haracu’r-ru’us denilmiştir.

    Osmanlı İmparatorluğunda bir bölgeye veya kişiye cizye veya haraç konulacağı zaman verilen ferman, berat, hüküm, nişan ve benzeri gibi belgelerde meselenin aslının İslâm hukukundan geldiği ve İslâmiyet’in ilk yıllarında nasıl uygulandığı ve ne miktar vergi alındığı belirtilmek suretiyle cizye ve haracın dinî yönü ortaya konulmak istenmiştir. Bu dinî gerekçe İmparatorluğun Müslüman olmayan halktan aldığı cizye ve haraç vergisinde, Müslümanlara kıyasla bir zorlayıcı yanı yoktur. Zira Zimmîlere özgü olan bu vergilere karşılık, Müslümanlara özgü zekât vergisi bulunmaktadır. Cizyeyi zekât ve askerlikten muaf olmanın karşılığı olarak kabul etmek gerekir. Bu bakımdan haraç da Müslümanların ödediği çift resm-i ve resm-i dönüm de denilen toprak vergisinin karşılığı gibidir. Bunlara rağmen Müslümanın toprak vergisi ile Müslüman olmayanların ödediği haraç arasında Müslüman lehine bir farkın olduğu da inkâr edilemez. Osmanlı İmparatorluğunda zimmiler, her türlü tehlike ve gelir getirmeyen görevlerden uzak ticaret ve sanatla uğraşmış ve İmparatorluğun ekonomik yaşamına hemen hemen tamamen hâkim olmuşlardır.

    Osmanlı İmparatorluğunda toplanan cizyenin miktarı da Fıkıh’daki cizye hükümlerine uygun hale getirilmiştir. Ancak paranın değerinin değişmesi nedeniyle, benzerlik yalnız katsayı veya farklı gelir gruplarında kalmıştır. Yani cizye veren Zimmîler alâ, evsat, edna diye üç sınıfa ayrılmış ve genellikle alâdan 48, evsattan 24, ednadan 12 akçe cizye alınmıştır. İslâmiyetin ilk yıllarında alınan cizye de 12, 24, 48 dirhem idi.

    Cizye ve haraç dinî bir vergi sayıldığından toplanması ve harcanması için özel bir ilgi gösterilmiştir. Genel olarak devletin görevlendirdiği memurlar tarafından toplanırdı. Bu memurlar çoğu zaman, özel olarak cizye toplamakla görevli olan mültezimler idi ki bunlara cizyedar denirdi. Cizyedarlardan başka, silahdarlar, diğer cizye kalemi memurları, ummâl (âmiller), muhassıllar da cizye toplamayla görevlendirilebilirdi.

    Osmanlı İmparatorluğunda cizye toplayacak memur özenle seçilirdi. Rüşvet, torpil veya başka bir yolla yeteneksiz kimselerin görevlendirilmesi önlenir ve bu iş emin ve güvenilir kimselere verilirdi.

    Cizye toplanacak bölgedeki vergi yükümlülerinin saptanması ve yazımı işine deyine cizye muhasebesinden bir memur bakardı. Memur, o yerdeki vergi verecek durumda olan Zimmileri belirler ve isimleri ile tek tek deftere yazardı. Daha sonra bu defter İstanbul’da bulunan bir önceki yıla ait defterle karşılaştırılarak aradaki farklar tespit edilir ve gerekirse bu farkların neden ortaya çıktığı araştırılırdı. Böylece tespit edilen vergi yükümlüsü, kayıt defteriyle gelen cizyedara emr-i şerîf ile belirlenen miktar cizyesini öderdi. Toplanan para torbalara doldurulup ağzı mühürlenir, ayrıca cizye verenler defterde işaretlenir ve defter cizyedar tarafından imzalanıp mühürlendikten sonra İstanbul’a gönderilirdi. Cizye toplandıktan sonra her mahalle veya köye cizyenin toplandığını gösteren bir belge verilirdi. Bu belgeye temessük veya tezkîre denirdi.

    Cizyenin götürü toplandığı da olmuştur. Buna maktu’a bağlanma denirdi. Ancak bu sistem çoğu zaman Zimmînin aleyhine olduğundan, yaygınlaşmamış ve maktu’ toplanan cizyeler Gayrimüslimlerin istekleri üzerine kaldırılmıştır.

    Cizye toplanması sırasında yolsuzluklar artınca devlet cizye kâğıtları düzenleyerek her cizye verenden vergisini alıp kâğıdını dağıtmaya başlamıştır. Bunun gerekçesi yolsuzluğun önüne geçmekti.

    Cizye kâğıtları yine alâ, evsat, edna olmak üzere üç sınıf üzerinden düzenlenmiştir. Cizye muhasebesi her yıl, hangi bölgeye ne kadar ve hangi sınıftan cizye kâğıdı yazılacaksa bunları hazırlar ve bu kâğıtlar paketler (bohça) içinde her bölgenin mültezimine verilerek dağıtılırdı. Her yükümlüden vergisi alınır ve kâğıdı verilirdi. Ödemede kolaylık sağlamak için taksitle cizye alındığı da olmuştur.

    İslâmiyet’in Arap egemenliği döneminde cizye toplanırken Zimmîye karşı yapılan küçültücü davranışlara vardı ve buna göre; vergi toplanırken mültezim oturur, Zimmî ayakta dururdu. Para alınırken Zimmînin eli altta, mülteziminki üstte dururdu. Mültezim parayı aldıktan sonra Zimmîye bir tokat veya yumruk vurur ve onu kaba bir şekilde kovardı. Osmanlı İmparatorluğu tarihinde, cizye toplanırken Gayrimüslimlere buna benzer davranışlar sergilenmemiştir.

    XVI. yüzyılın ortalarında Osmanlı İmparatorluğunda toprak üç ana bölüme ayrılmıştı.

    a-Arz-ı öşriyye. Müslümanlara ait olan öşür toprakları.

    b-Arz-ı haraciyye.

    c-Arz-ı memleket veya arz-ı mirî. Mülkiyeti Devlete ait olan topraklar.

    Osmanlı İmparatorluğunda zamanla toprak sistemi gelişerek aşağıdaki şekli almıştır:

    A- Arazi-i mevkufe. Vakıf arazidir. Bu topraklar da “evkaf-ı sahiha” ve “evkaf-ı gayr-ı sahiha” diye iki kısma ayrılırdı.

    B- Arazi-i mevat. Boş arazi. Kimsenin tasarrufunda olmayan ve kimseye terk ve tahsis edilmeyen, köy ve kasaba sınırlarının dışında bulunan taşlık, kıraç yerlerdir.

    C- Arazi-i metruke. Halkın toplu olarak yararlanması için ayrılmış topraklardır. Herkese açık yol, namazgah, meydan, pazar ve panayır yerleri ile bir veya bir kaç köy, kasaba ve şehir halkına ayrılan mera, kışlak ve bataklıklar bu kısım topraklardandır.

    Ç- Arazi-i miriyye. buna arz-ı memleket veya arazi-i havz da denirdi. mülkiyeti devlete ait olup kira yoluyla yine halka verilen topraklardı.

    D- Mülk arazi. toprağın hem tasarrufu, hem de mülkiyeti şahıslara ait olan topraklardır. mülk toprak da kendi arasında beş kısma ayrılırdı:

    1- Eskiden beri köy ve kasaba içinde ve çevresinde bulunan mülk topraklar.

    2- Arazi-i miriyyeden ayrılıp mülk olarak verilen topraklar.

    3-Arazi-i mevatdan ayrılıp mülk olarak verilen topraklar.

    4- Arazi-i öşriyye. Müslümanların mülkiyetinde olan topraklar.

    Bu da kendi arasında üç kısma ayrılırdı. Birincisi bir yerin fethinden önce isteyerek Müslüman olanların ellerinde bırakılan topraklar. İkincisi fetih sırasında, fethedenlere verilen topraklar. Üçüncüsü ise fetih sırasında, fethedenlerden başka Müslüman kimselere mülk olarak verilen topraklar.

    5- Arazi-i haraciyye. Gayrimüslimlerin mülkiyetinde olan topraklar. Arazi –i haraciyye de iki kısma ayrılırdı:

    a- Bir ülke zorla veya barış yoluyla fethedildikten sonra, Müslüman olmayan yerli halkın mülk olarak elinde bırakılan topraklar.

    b- Bir ülke fethedildikten sonra kaçan halkın yerine başka yerden Gayr-i müslim getirilip iskan edilen ve oraları kendilerine mülk olarak verilen topraklar.

    Harac-ı  muvazzafa, Harac-ı mukasseme ve Harac-ı mukataa adı altında üç tür haraç vardı.. Harac-ı muvazzafa Müslümanların çift akçesi yerine alınır. Hesabı toprağın genişliğine göre dönüm, cerib veya başka bir yüzey ölçüsü birimi üzerinden hesap edilir. Miktarı on dirhem-i şeri karşılığı olarak akçedir. Bu miktar yere ve zamana göre değişebilir. Vergi vermekle yükümlü Zimmî toprağını yılda birkaç kez ekse de, hiç ekmese de aynı vergiyi verir. Ayrıca toprak Zimmînin mülkü olduğu zaman toprağını hiç ekmese bile elinden alınmaz.

    Harac-ı mukaseme, Müslümanların ödediği öşür karşılığı olarak mahsulden alınan hissedir. Zimmî toprağını yılda iki kere ekerse harac-ı mukaseme de iki kere alınır. Toprak ekilmediği zaman vergi de alınmaz. Mahsulden alınan bu pay onda birden, ikide bire kadar değişir. Fakat hiç bir zaman yarıyı geçmez. Bazen toprağın verim gücüne göre miktarı azaltılıp çoğaltılabilir. Harac-ı mukataa daha çok sınır bölgelerinde uygulanır ve belirli bir bölge üzerine maktu olarak konur.

    Öşür ve resm-i dönümün karşılığı olan harac-ı muvazzafa ve mukaseme İmparatorluğun birçok bölgelerinde Müslüman ve Zimmîden eşit miktarda alınmıştır. Ege adaları ve Rumeli dışında bulunan Osmanlı Avrupası’ndaki toprakların mülkiyet üzere arazi-i haraciyye olduğu düşünülürse, özellikle Zimmîlerin kalabalık bulunduğu bölgelerdeki vergi eşitliği açıkça görülür. Arazi kanunnamelerinin pek çoğunda haraç konusu üzerinde özellikle durulmuş, yasallık, miktar ve çeşitleri titizlikle belirlenmiştir.

     

      (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )


  • Hafta: Farklı Zimmi Toplulukları

    Osmanlı İmparatorluğunda yönetim biçimi yönünden bölgeler arasında bazı farklar fark vardı. Bu bakımdan İmparatorluk topraklarını, merkeze bağlı topraklar ve bağlı beylikler diye iki kısma ayırmak gerekir. Bağlı beylikler Eflak ve Boğdan Voyvodalıkları, Erdel Kırallığı, Hicaz Emirliği ve Kırım Hanlığı idi. Bunlardan Eflak, Boğdan ve Erdel’de voyvodalar ve kıral istedikleri gibi kilise ve manastır yaptırıbiliyorlardı. Merkeze bağlı bölgelerin hiç birinde böyle bir özgürlük yoktu.

    Merkeze bağlı bölgelerde cizye ve haraç vergisi cizyedarlar ve yerel kadılar tarafından toplandığı halde, Eflak cizyesinin toplanması işi Gayrimüslim voyvodaya bırakılmıştı. Yine Kırım Hanlığına ait cizye toplama işi de Kırım Hanına verilmiş, Devlet bu beyliklerin iç işlerine önemli ölçüde karışmamıştır.

    Bağlı beylik ve devletlerin topraklarındaki asayişe de genelde devlet karışmamış, fakat gerektiği zaman müdahale etmiştir. Ancak Eflak, Boğdan voyvodaları ve Erdel kıralı, kendileri bizzat başvurarak ülkelerine ait padişahtan çözmesini istemişlerdir. Bağlı devletlerdeki Müslüman olmayan halk üzerinde Osmanlı İmparatorluğunun kontrolü azdı. Merkeze bağlı bölgelerde bu kontrol tamamiyle devletin elindeydi.

    Osmanlı İmparatorluğu Hıristiyan topluluklar arasında, mezhep farkından dolayı bir ayırım yapmamıştır. Ancak bazı patrikhaneleri diğerlerine bağlamış ve bunda da çok dikkatli davranmıştır. Böyle bir davranış, bazı Hıristiyan toplumların ve patrikhanelerinin merkezden çok uzakta oluşundan doğmuştur. Mesela, meshep ve inanç bakımından aynı olan Süryanî, Kıptî ve Habeş kiliseleleri, Gregoryen Ermeni kilisesine bağlanmıştır. Buna karşılık din bakımından Yahudiler ve Hıristiyanlar arasında daha fazla ayrım yapılmıştır. Gayrimüslim, Zimmî ve Ehli zimmet deyimleri kullanılmamış bunların yerine Kefere ve Yahudi, Nasarâ ve Yahudi veya Yahudi taifesi gibi deyimler kullanılmıştır.

    Yahudilerle Hıristiyanlar arasında en büyük fark vergi bakımından olmuştur. Yahudi toplumuna özgü olmak üzere bir rav akçesi toplanmıştır. Belgelerde bu rav akçesinin mirî için toplandığı kaydedilmektedir. Buna bakılırsa rav vergisi patrikhanelerin topladığı mirî rüsumla aynı nitelikte görülmektedir. Fakat mirî rüsum patrikhanece toplatıldığı halde, rav akçesi Müslüman mültezimler tarafından toplanmıştır.

    Devlet, Yahudilerin Kudüs ve çevresinde kendileri için kutsal sayılan yerleri ziyaretlerine ve buralarda yerleşmelerine izin vermemiştir. Hatta II. Selim zamanında bir kısım Yahudiler veba salgını var diye bahane ederek Tur-i Sina’da toplanmaya başlamışlar fakat buradaki Hıristiyan rahiplerin şikâyetleri üzerine kendilerine engel olunmuştur. Ancak buralarda eskiden beri oturan Yahudiler varsa onlara dokunulmaması da ayrıca belirtilmiştir.

    İmparatorluk sınırları içinde başka farklı Zimmî grupları da vardı. Bunlar özel hizmetler gören bir asker sınıfı niteliğinde idiler.

    Eflaklar Balkanlarda yaşayan yarı göçebe Hıristiyan toplumları idiler. Bunlar katunalar şeklinde örgütlenmişlerdi. Eflaklar esas olarak orduda geri hizmet görürlerdi. Sefer sırasında her on evde silahıyla birlikte bir eşkinci çıkarırlardı. Orduda hizmet gören başka bir Hıristiyan grup da Voynuklardı. Voynuklar da sefer vonukları ve çayır voynukları diye iki kısımdı. Sefer voynukları orduya katılır, çayır voynukları ise hassa çayırları biçerlerdi. Bulunan voynukların başında Lagtor, Çeribaşı, Pirimkür gibi görevliler vardı. Eflak ve voynuklar için özel kanunnameler yapılmış ve bunlar esaslı bir teşkilata tabi tutulmuşlardır.

    Askerî hizmetle görevli olan bir grup da Hıristiyan sipahilerdir. Devlet, bunlara timar tevcih ederken, Hıristiyan olduklarını göz önüne alarak, Müslüman sipahilerden farklı davranmamıştır. Daha çok Balkanlarda ve Doğu Anadolu’da Hıristiyan sipahiler bulunuyordu. Ordunun içinde muharip sınıf olan lağımcılar ile ordunun geri hizmetlerinde çalışan cerehorlar da bulunmaktaydı. Bu iki sınıf içinde zaman zaman değişik sayıda çeşitli Gayrimüslimler bulunmuşlardır.

     

     

      (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )

     

     

     

     


  • Hafta: Müslüman Ve Müslüman Olmayan Toplum Arasındaki Kültür Alışverişi, (Dil, Edebiyat, Müzik, Gelenek-Görenek, Giyim)

    Osmanlı İmparatorluğunu sınırları içindeki Müslim ve Gayrimüslimler arasında kültür alış verişi vardır. Ancak Osmanlı dönemindeki kültür alış verişinden ayrı olarak, Müslim ve Gayrimüslim toplumlar arasında bazı kültürel benzerlikler bulunduğunu da belirtmek gerekir. Bu benzerlikler Osmanlı dönemlerden itibaren varlığını sürdürmekteydi. Bizans-Sasanî, Bizans-Arap ve Bizans-Selçuklu ilişikleri sırasında kültür ve kurumlar bakımından pek çok alış veriş olmuştur. Bunu İskender zamanına kadar çıkarmak bile mümkündür. Yine bu devirlerde Arap kültürünün, sosyal ve siyasî kurumlarının Sasanî uygarlığından geniş ölçüde etkilendiği da kesindir. Sonraları Türklerin İslâm uygarlığı çevresine girmesiyle, Osmanlılardan önce Bizans, Sasanî, Arap ve Türk kültürleri birbirilerinin etkisi altında kalmıştır. Bu alış veriş Osmanlı İmparatorluğu devrinde de devam etmiştir.

    Osmanlı devrindeki kültür alış verişi için ilginç bir örnek, özellikle orta Avrupa'dan (Aşkenazim), İspanya ve Portekiz’den (Sefardim) gelen Yahudiler aracılığıyla olanıdır. Yahudiler geldikleri bölgelerdeki kültür ve gelenekleri Osmanlı İmparatorluğundaki toplumlar arasında da yaymıştır. Diğer taraftan Kuzey Afrika’dan göçen Muzdaribîn Yahudiler ise oraların töre ve geleneklerini getirmişlerdir. Talmutcu geleneğe göre bir kimse öldüğü zaman onu, ölüm meleğinin kılıcıyla vurduğuna ve kılıcını da evdeki kaplarda bulunan sularda yıkadığına inanılır ve ölenin evinde bulunan bütün kaplardaki sular boşaltılırdı. Bu gelenek sebebi bilinmeden İstanbul ve Anadolu’nun birçok yerlerindeki Müslümanlar arasında bile uygulanmaktaydı.

    Toplumlar arasındaki en belirgin kültür alış verişi dil, edebiyat ve müzik üzerinde olmuştur. Özellikle, Osmanlıların yönettikleri bölgelerde yaptıkları tahrirler ve bu tahrir defterlerinin baş taraflarında bulunan kanunnamelerde geçen terimlerin hemen hemen çoğu yerel terimlerdir. Mesela, XV. ve XVI. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda para birimi genellikle “Akçe” olduğu halde, Macaristan ve çevresinde cizye ve ispençe vergisi Macar parası olan Penezle, Doğu Anadolu’da İlhanlı para birimi olan Tenge, Tenke ile tayin edilmiştir.

    Özellikle edebiyat ve müzik alanında Anadolu'da o kadar çok kültür alış verişi olmuştur ki bu gün Türkiye’de yaşayan Rum, Ermeni, Süryanî ve Yahudilerin edebiyatları ile Türk edebiyatını birbirinden ayırmak adeta mümkün değildir. Daha doğrusu Osmanlı İmparatorluğunun Yükselme Devrinden itibaren Türkiye’de yalnız Türk Edebiyatı revaç bulmuştur. Bu konuya güzel bir örnek olarak Türk saz şairleri ve âşıkları gibi Ermeniler arasından da aşuglar yetiştiğini ve Bizans, Ermeni ve Süryanilerin eski müziklerinin kaybolarak yerine bir tek müzik, Türk müziği temeline dayalı Türkiye Müziği’nin geçtiğini gösterebiliriz.

    Güzel sanatların özellikle mimarî dalında Bizans -Türk sanat ilişkileri diğerlerine göre önemle belirtmeye değer niteliktedir. Diğer taraftan XVI. Ve XVII. yy. Osmanlı sanatının, İmparatorluğun her tarafında bulunan insan toplulukları arasındaki önemi çok büyüktür. Bu etki aynı zamanda yarı sanat, yarı zıraat sayabileceğimiz bahçecilik konusunda en çok kendini göstermiştir.

    Giyim-kuşam konusunda Müslim ve Gayrimüslim topluluklar birbirilerinden geniş ölçüde etkilenmişlerdir. Arada bazı farkların olduğu muhakkaktır ancak bunlar şekil bakımından değil, kalite ve renk bakımındandır.

      (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )


nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası