arkanya nerede / “Ağıtçıların Yerini Romancılar Aldı” - Nermin Yıldırım | Artful Living

Arkanya Nerede

arkanya nerede

ARİF TAPAN

Farz edelim ki babanızı en son on beş yaşınızdayken gördünüz. Senede bir iki kere belli aralıklarla hayatınıza girip çıkan, hayal mi gerçek mi olduğu belli olmayan babanızı. Peki en son on beş yaşındayken gördüğünüz babanız tam yirmi beş yıl sonra, bir gece ansızın kapınızı çalsa ne olurdu? Tanıyabilir miydiniz babanızı? Ya da sizi en son on beş yaşında, gençlik yıllarınızın başında görmüş olan babanız sizi kırklarına gelmiş bir adam olarak tanıyabilir miydi? İnsan ne tepki verebilirdi yirmi beş yıl sonra ansızın kapısında beliren seksenlerine merdiven dayamış bir babaya? On beş yaşınızdaki baba mefhumunuz kırk yaşınızdakiyle aynı mı olurdu? Her şey kaldığı yerden devam mı ederdi? Yirmi beş yıl sonra tekrardan karşılaşan bir baba-oğul birbirlerine nasıl bakarlar, ne konuşurlar, birbirlerine dair ne hissederlerdi?

‘Alacaklı gibi’

‘Jar’ (2011), ‘Haw’ (2014) ve ‘Ucunda Ölüm Var’ (2016) romanlarının yazarı Kemal Varol yukarıdaki sorulara gebe son romanı ‘Âşıklar Bayramı’ ile karşımızda bu kez. Diyarbakır’da avukatlık yapan Yusuf ile saz âşığı babası Heves Ali’nin yirmi beş yıl aradan sonra tekrar yan yana gelmeleriyle açılan roman okura yolda olmanın ne demek olduğunu, geçmişle hesaplaşabilmenin mümkün olup olmadığını, unutmakla yeniden hatırlamanın, kaybetmekle özlemenin, yüzleşmeyle affedebilmenin imkanlarını gösteriyor.

Babasını, “İlk anda tanıyamamıştım ama oydu. Babam, tamı tamına yirmi beş yıl sonra, bir elinde yıllanmış üç telli bağlaması, diğer elinde ahşap bavulu, kapımın önünde diz çökmüş, gece vakti aniden ortaya çıkmış mahcup bir konuk veya geçip giden zamandan borcunu mahsup etmeye gelmiş eski bir alacaklı gibi öylece beni bekliyordu” diyerek karşılayan Yusuf, annesi ile babası kendisi henüz beş yaşındayken ayrılmış, on beş yaşına kadar senenin belirli zamanlarında gördüğü babasını on beş yaşından sonra hiç görmemiştir. On beşinde yatılı okula başladıktan kısa bir süre sonra da annesini kaybeden Yusuf, İstanbul’daki hukuk eğitiminin ardından avukat olarak Diyarbakır’a dönmüştür. Ortağı Serhat’la ekseriyetle cinayet dosyalarına bakan ve “Herkes günün birinde, üstelik hiç ummadığı bir anda pekâlâ katil olabilirdi.” diyen Yusuf tam da sevdiği kadını öldürmüş müvekkilinin “bir katil mi” yoksa “naif bir âşık mı” olduğunu düşündüğü sırada babasının çıkagelmesiyle yitirmeyle yeniden bulma, reddetmeyle yüzleşme arasındaki yolculuğun ortasında bulur kendisini.

Üç telli bağlaması ve eski bavuluyla kapısında beliren babasının ciddi derecede hasta olduğunu fark eden Yusuf, hafızası alt üst olsa da kapıdan gerçi çevirmez babasını. Ertesi gün Kars’a yola çıkacağını öğrendiği babasını o gece misafir eder evinde. Ertesi gün eve döndüğünde babası çoktan Kars’a yola çıkmış olacak, bir rüya sahnesine dönen bu baba-oğul karşılaşması hemen unutulacak, Yusuf da rutin hayatına kaldığı yerden devam edecektir. Lakin tam bu noktada işler Yusuf’un planladığı gibi gitmeyecek ve babasını Kars’a kendisi götürecektir. Babasının, hayatının son günlerini yaşayan bir kanser hastası olduğunu öğrenmesiyle başlar yirmi beş yıl sonra karşılaşan baba-oğulun yolculuğu. Romanın temel izleklerinden biri olarak görülebilecek bu yolculuk, bir yandan Yusuf ile Heves Ali’yi Diyarbakır’dan Kars’a doğru götürürken, bir yandan da hem Yusuf’un hem de Heves Ali’nin kendi geçmişlerine yapacakları bir yolculuğa dönüşecektir.

“Neden geldiğinin bir anlamı yoktu, ben çocukken de aynıydı, sonrasında da. Yaptığı şeyler için hiçbir zaman esaslı bir gerekçesi olmadı zaten. Hayat sanki onun için, istediğinde esen istediğinde duran, yerle gök arasında bir yerde salınan tuhaf bir rüzgârdan ibaretti. Kendini o rüzgâra kaptırıp dağ bayır dolaşır, sırtını o ağaçtan bu ağaca dayar, çeşme başında durup arkasına bakar ve geride bıraktığı hiçbir şey için pişmanlık duymazdı, ne bir açıklama ne özür.” Babası hakkında bunları düşünen Yusuf, içten içe babasına kırgınlığını, kızgınlığını dile getirse de Diyarbakır’dan Kars’a doğru ilerledikçe bu kırgınlığın, kızgınlığın yerini merak, acıma ve bağlanma alır. Merak etmektedir, yirmi beş yıl boyunca babası neden hiç onu arayıp sormamış, bir kez bile kendisiyle irtibata geçmemiş; bu zamana dek nerede neler yaşamış, şimdi kendisini nasıl bulmuş ve neden bu haldedir. Acımaktadır babasına, yolda uğradıkları her yerde, Arkanya’da, Elazığ’da, Bingöl’de, Erzurum’da karşılarına çıkan herkesin kendisini görür görmez omzunu öpüp, eline sarıldığı, karşısında el pençe divan durduğu, âşıklar üstadı Heves Ali ayakta zor durmakta, zor nefes alıp vermekte, belindeki kuşağında saklamaya çalıştığı sondasıyla anbean Yusuf’un karşısında eriyip tükenmektedir. Babasını Kars’taki Âşıklar Bayramı’na ulaştırabilmek için elinden geleni yapan Yusuf, bir yandan da babasının bu yolcuğu sağ salim atlatıp atlatamayacağından şüphelenmekte ve bu halde babasının bu yolculuğa çıkmasına müsaade ettiği için kaygılanmaktadır. Yusuf tüm olan bitene rağmen, yirmi beş yıl sonra bir araya geldiği babasının her hareketine, her bakışına dikkat kesilmekte, hayatı boyunca bir boşluktan ibaret kalmış baba mefhumunun yerinin bir anda dolmasıyla içten içe sevinmekte, babasına bağlanmaktadır.

Kars’a doğru

Yolda ilerledikçe, Kars’taki Âşıklar Bayramı’na son kez katılmak istediğini söyleyen babasının niyetinin bundan ibaret olmadığını da anlar Yusuf. Bu yolculuk aslında Heves Ali için bir yüzleşme, hesaplaşma, helalleşme yoludur. Makam Dağı’na bakan mezarlıkta yatan bir kadınla, Harput’taki meczup bir kadınla, Bingöl’de bir Alevi köyündeki Menuş Kadın’la ve Erzurum’da bir hastane odasında onu ziyarete gelen bir diğer kadınla görüşüp, onlardan helallik alır babası. Yusuf bu kadınların kim olduğunu, babasının niye bu kadınlardan helallik almak istediğini ve neden bu kadınların ilk seferde Heves Ali’yle görüşmeyi reddettiklerini anlamasa da gittikleri yerlerdeki diğer saz âşıkları durumu Yusuf’a anlatır.

Bu yolculuk bir yandan Heves Ali için bir geçmişe yolculuk iken, öte taraftan Yusuf için de bir geri çağırma, anımsama, özleme yolculuğuna dönüşür. Yusuf bir yandan birdenbire karşısına çıkan babasını tanımaya ve ansızın çıktıkları bu yolculuğu anlamlandırmaya çalışırken bir yandan da zihni ve gönlü yıllar önce terk ettiği sevgilisi Aylın’la konuşmaktadır. 

Hâlihazırdaki sevgilisi Yıldız’la işler yolunda gitmezken, Yusuf bir yandan da Aylın’a ulaşmaya, onunla temas kurmaya çalışmaktadır. Yol boyunca ona daha önce yazdığı ama hiçbir zaman yollamadığı mektupları yollar. Mektupların Aylın’a ulaşıp ulaşmayacağını, mektupları yolladığı adresin doğru olup olmadığını bilmese de. Bir yandan babasının ansızın kendisini terk etmesi ve yirmi beş yıl boyunca ortadan kaybolmasını sorgularken, bir yandan da bu vesile ile o çok sevdiği sevgilisini ortada hiçbir neden yokken ansızın terk edişini sorgular Yusuf. Kimseye haber vermeden babasıyla çıktığı bu yolculuk boyunca, Yıldız’ın onlarca aramasına yanıt vermeyen, zor zamanlarında yıllar önce terk ettiği sevgilisinin hayaline sığınan Yusuf, onca derdin arasında yolda bir ilçe hastanesinin acilinde karşılaştığı hemşire ile temas kurmaya çalışmayı da ihmal etmez! Heves Ali’nin yol boyunca helalleştiği, kendilerine nefesi yettikçe içli içli türküler okuduğu kadınları ve Yusuf’un terk ettiği, terk etmek istediği, ulaşmak istediği kadınları düşünüp, tam “Demek ki gönül birden fazlasını sevebiliyor.” diyecekken Heves Ali uyarır bizi: “Gözün kaderi görmek, kalbin kaderi yanmaktır evladım… Göz elli kişide kalp birinde kalır.”

Baba oğulun Diyarbakır’dan Kars’a, hamamlardan çarşılara, dinlenme tesislerinden kahvelere, mezarlıklardan şehirlere, hastanelerden Kürsübaşı meşklerine; dağlardan ovalara, ormanlardan bozkırlara uzanan bu yolculuğu hem Yusuf hem de Heves Ali için daha pek çok hesaplaşmaya gebe olur. 

Romanın bu yolculuk hali üzerine tesis edilmesine ilaveten benim romanla ilgili üzerinde düşünmeye değer bulduğum bir başka husus ise metnin sadece kendisinden ibaret olmamasıdır. Metinde hem türsel hem dilsel hem de semantik anlamda birbiriyle iç içe geçen farklı referans noktaları bulmak mümkün. Romanın mektuplarla, türkülerle, epigraflarla sıkı sıkıya örülmüş, metne hem türsel hem de dilsel anlamda zenginlik sunan anlatı yapısı okurları bu baba-oğlun yolculuğunun yanında başka yolculuklara da davet etmektedir. Türsel anlamdaki zenginlik roman boyunca kimi zaman karşımıza çıkan bir Nuri Bilge Ceylan sahnesiyle, bir Orhan Pamuk karakteriyle, bir Hasan Ali Toptaş değinisiyle, bir Birhan Keskin şiiriyle türlerarası bir zenginliğe de dönüşmektedir. Romanda, yazarın diğer romanlarında da karşımıza çıkan Arkanya’nın yine yer alması, Yusuf’un bir hastane avlusunda “Küfran” şiirinin yazarına rastlaması metnin hem kendi içinde hem de gerçek yazarının dünyasına yaptığı atıflarla metinlerarasılığın tüm imkanlarını kullanmaktadır. Şairlerin, saz âşıklarının, halk ozanlarının, gazelhanların, türkülerin, meşklerin arasında dolanan bu baba-oğlun yolculuğu onları hem Âşıklar Bayramı’na hem de kendi aşklarının bayramlarına ulaştırmayı vadetmektedir.

Âşıklar Bayramı

Kemal Varol

İletişim Yayınları

227 sayfa. 

Doğu usulü bir yol filmi: ‘Âşıklar Bayramı’

Kemal Varol’un 2019 yılında yayımlanan aynı adlı romanından filme uyarlanan ‘Âşıklar Bayramı’, 25 yıl sonra karşılaşan baba ile oğulun birlikte çıktıkları yolculuk üzerine kurulu.

Özcan Alper’in yönettiği film, bir fotoğraf çekimiyle açılıyor. Deklanşörün sesini duyduğumuzda ve kare donduğunda, sarışın çocuğun bakışlarının objektife değil omzuna dokunan babasına yöneldiğini görüyoruz. Hikâye akıp gittikçe, bunun basit bir talihsizlik olmadığı belirginleşiyor. Babanın dokunuşunun uyandırdığı merak duygusunun, çocuk için fotoğraf karesinde yer alma veya poz verme isteğinden daha önemli olduğu anlaşılıyor. Öyle ki, tüm filmin, Yusuf’un (Kıvanç Tatlıtuğ) babasını anlama arzusuyla ilgili olduğu dahi söylenebilir.

Yusuf yıllar sonra, hali vakti yerinde, Kırşehirli bir avukat olarak çıkıyor karşımıza. Babası Âşık HevesAli (Settar Tanrıöğen) elinde sazıyla bir gece ansızın kapısını çalmadan önce, Yusuf’un yalnızlığını, hüznünü ve ruhundaki boşluğu ‘şöyle bir’ hissediyoruz. Film ilerledikçe, bu boşluk daha görünür hale geliyor. Ertesi gün babasını şehirlerarası otobüsten indirip kendi otomobiline bindirmesi, hiç kuşkusuz sorumluluk duygusunun göstergesi. Çünkü babasının hasta olduğunu ve bunu kendisinden sakladığını öğreniyor. Ama işini gücünü bırakıp babasını Kars’taki Âşıklar Bayramı’na götürmek istemesinin altında sorumluluk duygusu kadar yüzleşme isteği de var. Öncelikle, 25 yıldır nerede olduğunu sormak istiyor ona. Ruhundaki boşluğun da babasız geçirdiği yıllarla bağlantılı olduğu çok açık…

‘Âşıklar Bayramı’, dünya sinemasında birçok örneğini gördüğümüz karakter ağırlıklı bir yol filmi… Ama özellikle Batı sinemasındaki benzerlerinden farklı. Batı usulü dramatürji, temelde neden – sonuç ilişkisi üzerine kuruludur. Karakter psikolojilerinin belirleyici olduğu yol filmleri, ‘Âşıklar Bayramı’nda olduğu gibi çatışma, yüzleşme ekseni üzerinden ilerler ama bir noktadan sonra karakterler arasındaki sorunların nedenleri açığa çıkmaya başlar. ‘Âşıklar Bayramı’nda ise nedenler seyircilerin sezgilerine, anlayışına bırakılıyor. Kaldı ki, Yusuf sorduğu sorulara yanıt alamıyor. Babasıyla konuşarak, tartışarak iletişim kurma arzusu hep karşılıksız kalıyor. Hatta bir sahnede babasının sessizliği yüzünden öfke krizi bile geçiriyor.

Öte yandan, tanıdıkça Yusuf da bizim gibi Heves Ali’nin sessizliğine alışıyor. Çünkü konuşmaktan ziyade kendini türkülerle ifade eden biri. Her şeyiyle bir Doğulu… Yusuf ise belli ki onun yanında kendini Batılı ve modern olarak tasavvur ediyor. Ama o da bir Doğulu aslında ve babasına benzeyen yanları var. Sözgelimi, kadınlarla ilişkilerinde babasının yolundan gittiğini düşünmemiz mümkün.

Yolculuk ilerledikçe Heves Ali’nin her şeyi önceden planladığını anlıyoruz. Kırşehir’de oğlunu ziyaretiyle başlayan, Kemal Varol’un başka eserlerinde de karşımıza çıkan hayali Arkanya kasabasında süren ve Kars’a uzanan bu yolculukta Heves Ali’nin asıl amacı sevdikleriyle türkü söyleyerek vedalaşmak aslında… Sonuçta, hayatı boyunca türkülerden başka hiçbir şeye tutunamamış biri o. Adalete olan inancını öylesine kaybetmiş ki, öte dünyadan bile umudunu kesmiş durumda.

Yol boyunca, oğlunu çok sevdiğini ama bunu bir türlü ifade edemediğini de hissediyoruz. Yusuf sorularına yanıt alamasa da babasının başka insanlarla kurduğu gönül bağlarına ve geride bıraktığı izlere tanık oluyor. Bir Batı filminde olduğu gibi derinlemesine girilmiyor belki ama Yusuf babasının geçmiş hikâyesi hakkında bazı ipuçları yakalıyor. Ama edindiği hiçbir bilgi ve izlenimin acısını dindiremeyeceği kesin… Sonuçta, yıllarca babasının kendisini ziyaret etmesini boşu boşuna beklemiş bir yatılı okul öğrencisi o…

Filmin Yusuf açısından bariz bir karakter değişimi ya da iç aydınlanma üzerine kurulu olduğunu söyleyemem. Ama filmde kritik bir anın altını çizmek isterim. Yusuf’un babasını tanımaya ve onun davranışlarının altında yatan nedenleri öğrenmeye yönelik arzusunun neden gerçekleşmediğine verilen dolaylı bir yanıt bu aslında… Babasının yakın arkadaşı Kul Yakup (Erkan Can) Yusuf’a şöyle diyor: ‘Baba dediğin yarım kalmış bir kelimedir. Babalar hep yarım kalır…’ Bu sözlerde filmin kalbindeki meseleyi hissediyoruz. Tam da burada, finalde karşımıza çıkan ikinci ‘baba oğul fotoğrafı’nı da unutmayalım. Bu fotoğraf tek bir imgeyle güçlü ve etkileyici bir katharsise vesile olabiliyor; Heves Ali’nin yanıtlayamadığı soruların ardındaki acıları derinden hissettiriyor. Ayrıca açılıştaki fotoğrafın verdiği eksiklik hissini de ortadan kaldırıyor. Bu kez ikisi de objektife bakıyor ve baba duygularını saklamakta zorlanıyor.

Finalde olduğu gibi anların, sezgilerin, türkülerin ve sessizliğin öne çıktığı Doğu usulü bir yol filmi ‘Âşıklar Bayramı’… Yol boyunca Anadolu türküleri ile o coğrafyanın insanları arasındaki kopmaz bağı bir kez daha hissediyorsunuz. Bu yanıyla, Âşıklık Geleneği ve türküler üzerine bir film seyrediyoruz aynı zamanda.

Filmin benim için dikkat çekici başka bir yanı daha var. Son dönem yerli filmlerde Türkiye taşrası, eril iktidarın, kadınlar ve özgürlük üzerindeki baskının kendini gösterdiği depresif bir coğrafya olarak tasvir ediliyor genellikle. Türkiye’nin doğusunda geçen bu filme de belki baştan sona hüzün duygusu hâkim ama depresif bir havadan söz edilemez. Belki çok canlı, sıcak bir renk paleti göremiyoruz ama Firar Güney Kayran’ın geniş ekran görüntüleriyle ferah ve aydınlık bir film seyrediyoruz. Dilek hemşire (Burcu Cavrar) veya Alevi köyündeki Zene Kadın (Laçin Ceylan) gibi güçlü kadınların varlığı üzerinden bize geçen özgürlük hissini de unutmayalım.

‘Sonbahar’ (2008), ‘Gelecek Uzun Sürer’ (2011) ve ‘Rüzgârın Hatıraları’ (2015) ile tanıdığımız Özcan Alper’in, Kemal Varol’un romanından yola çıkarak sinemamızın en iyi yol filmlerinden birini ortaya koyduğunu düşünüyorum.

Kıvanç Tatlıtuğ ve film için 13-14 kilo veren Settar Tanrıöğen’in oyunculuklarını çok beğendiğimi de söylemeliyim. Filmin gücü, hem yönetmenlikten hem başrollerdeki iki oyuncudan geliyor. ‘Âşıklar Bayramı’, Batı formatından uzak Doğu usulü bir yol filmi olabildiyse bunda Tatlıtuğ ve Tanrıöğen’in önemli katkıları var.

Netflix’te bir Özcan Alper filmi görmek gerçekten umut verici… Keşke anaakım dışında kalan diğer yönetmenlere de kapılar açılsa.

7/10

“Ağıtçıların Yerini Romancılar Aldı”

Ucunda Ölüm Var, fonuna Tanpınar’ın beş şehrini alan bir roman. Daha doğrusu beş şehirden dördünü alıyor, beşincinin yani başkentin yerine haritalarda adı geçmeyen başka bir şehri, Arkanya’yı koyuyor. Beş şehir nereden çıktı, beşinciye ne oldu?

Aslında bu romana başlarken, Ağıtçı Kadın’ın beşten daha fazla şehri gezmesini niyetlenmiştim. Kaldı ki, romanın yapısı da buna müsaitti. Ama romanı kısaltma yoluna gittim sonradan. Böylece Tanpınar’ın rotasını takip etmeye karar verip şehir sayısını beşe düşürdüm. Tanpınar, görkemli bir geçmiş fikri üzerine inşa eder metnini. Maziden parçalar arar o şehirlerde. Bense, görkemli geçmişi değil, kısmen kötü bugünü anlatmak istedim.  Bu yüzden o şehirleri yüceltmek yerine tuhaflıkları ve çarpıklıklarıyla anlatmaya koyuldum. Jar’da küçük bir kasabanın, Haw’da belirli bir bölgenin hikâyesini anlatmıştım. Ucunda Ölüm Var’da ise derdim Türkiye’nin hikâyesini anlatmaktı. Haklısın, Tanpınar’dan farklı olarak Ankara yer almıyor romanda. Onun yerine ilk iki romanımda sıkça yer alan Arkanya var. Romanda anlattığım şehirlerden farklı olarak Ankara’yı gayet iyi biliyordum. Bir yıldan daha uzun bir süre Ankara’da yaşadım üstelik. Biliyorsun, Ankara ya çok seviliyor ya da hiç sevilmiyor. Ankara’yla olan talihsiz bağlarım ya da benim hayali başkentim dediğim Arkanya’ya yer açma isteği beni böyle bir sonuca itti galiba. Nerden bakarsam bakayım, Arkanya’dır benim baş şehrim. 

Roman boyunca Ağıtçı Kadın’ın peşinde dolaşıyoruz. Ağıtçılık acayip iş. Bir yandan çok tuhaf ama bir yandan da acısını çekmeyi, yasını tutmayı bilmeyenlere, yani bize en lazım olan şeymiş gibi. Biraz anlatır mısın ağıtçıları? Ben hiç görmedim mesela, sen gördün mü?

Yaşadığı hemen hemen her olayı anında ağıda çeviren, kendi kendine mırıldanan annemi saymazsam, ağıtçılığı bir meslek olarak yapanlarla hiç karşılaşmadım. Kürtlerde, o büyük sözlü kültürüne rağmen bir meslek olarak ağıtçılık geleneği yok. Ağıtçılık Anadolu’da daha çok Avşar boyları arasında yaygınmış vaktiyle. Şimdilerde sayıları bir elin parmakları kadar artık. Yaptığım araştırmalarda onların da artık bunu bir meslek olarak yapmadıklarını tespit ettim. Bir meslek olarak gözden düşüşü modernleşme deneyimiyle eş zamanlı aslında. Hastaneler ve mezarlıkların neden şehir dışına taşındığını, acının neden gözlerden ırak bölgelere sürüldüğünü anlayabilirsek ağıtçılığın neden bittiğini de anlayabiliriz. Ağıtçılık, cenaze törenlerinde acıyı sağaltma vazifesi görmeleri kadar, bir nevi hikâye taşıyıcıları aslında. Ben acıdan çok bu hikâye aktarma meselesinin cazibesine kapıldım belki de. Pek çok türkü ve günümüze ulaşan hikâyelerin kaynağında ağıtçıların büyük bir yardımı var çünkü. Fark etmişsindir: Ucunda Ölüm Var bu ikisini yapmaya çalışıyor bir bakıma. Hem Ağıtçı Kadın’ın acısını sağaltmasına, hem de Türkiye’deki kısım kısım insanın hikâyesini anlatmaya çalışıyor. Ağıtçılar artık yok ya da sayıları çok az. Ağıtçıların yerini romancılar aldı belki de, kim bilir. 

Bir aşkın peşinden gidiyor Ağıtçı Kadın. Ama ben buna bir aşk hikayesi demezdim. Okurdan nasıl tepkiler alıyor? Neyin romanı olarak okundu genellikle? Ya da şöyle sorayım, sen neyin romanı olsun diye yazmıştın?

Okurlar, bu türden hikâyeleri her zaman bir aşk hikâyesi olarak okuma eğilimindedirler. Üstelik buna imkân tanıyan dokunaklı bir aşk hikâyesi de var romanda. Ama benim asıl derdim evet, hem bir aşk hikâyesi anlatmaktı, hem de asıl olarak Türkiye’nin bir türlü çözülemeyen meselelerini romana taşımaktı. Yurttaşlarının bir türlü kendi olmasına izin vermeyen, onlara sürekli kendi meşrebince dar bir elbise giydirmeye çalışan, herkesin başka bir kimlikle sahneye çıktığı, çıkmak zorunda kaldığı, tahkiyenin önemli bir öğe olarak öne çıktığı bir Türkiye derdim vardı bu romana başlarken. 

Çözülemeyen Meseleler

Askerler, ülkücüler, Ermeniler, dindarlar, Kürtler var bu romanda. Onların hikayeleri ve yasları da. Anlatacağın kesimleri neye göre seçtin? Kimlerin hikayesi bir araya gelince bizim toplu hikayemize tekabül ediyor?

Anlattığım kesimleri biraz da Türkiye’nin bir türlü çözülmeyen meselelerine yaklaşmak için seçtim. Herkes başka bir kimlikle boy gösteriyor romanda. Ölüme yakın kendi olmaya çalışıyor kahramanlarım ama doğrusu onu başardıklarından şüpheliyim. Hepsinin hikâyesini okuyunca bunun küçük bir Türkiye fotoğrafı olduğunu anlayacaktır okur. Bütün hikâyelerin sonu ölüme ve Türkiye’ye çıkıyor bir bakıma. 

Sen meselesi olan bir yazarsın ve çoğu zaman meseleni doğrudan söylemeyi tercih etmiyorsun. Semboller üzerinden bir dünya kuruyorsun hep. Bu her şeyi adlı adınca konuşabildiğimiz bir ülkede yaşamayışımızdan mı kaynaklanıyor yoksa senin seçtiğin edebi güzergah mı buradan geçiyor?

Ne güzel söyledin: Meselesi olan bir yazar. Herkesin vardır muhakkak. Ama galiba ben anlatmak zorunda olduğum kimi meseleler yüzünden bir kat daha sorumluyum bundan. Çoğu zaman bunaltmıştır bu durum beni. Her seferinde romanlarıma dağılmış bu dertlerin çok dışında, bambaşka bir metin yazmayı hayal etmişimdir. Ama bir yandan politik bağlılıklarım, bir yandan yaşadığım şehrin meseleleri beni ister ister istemez kendi tuzağına ya da imkânına çeker. Gelelim asıl soruna. Galiba iki husus birden geçerli benim için. Hem bazı meseleleri kolay kolay konuşamadığımız bir ülkede yaşadığımız için hem de kendime böyle bir güzergâh seçtiğim için dolaylı yollar buluyorum her seferinde. Yazarken bir imkânsızlık olarak karşıma dikilen zorluk, bir zaman sonra bir imkâna dönüşüyor belki de. 

İnsanlar Ölürken Roman Yazmak

Romanını evin dışında kafe ve iş yerinde yazdığını biliyorum. Bilhassa yazımın son yazı zor geçmiş. Anlatır mısın geçen yazı biraz?

İki yıl gibi bir sürede yazdım romanı. Evde aradığım sessizliği bulamayınca, sabah erkenden evden çıkıp o sessizliği bulabildiğim her yerde yazdım hemen hemen. Kafe ve çay bahçelerinde, henüz kimselerin belirmediği saatlerde, özellikle son bölümlerini uzun bir yaz tatilinde, kimselerin olmadığı iş yerinde yazdım. Kötü bir yazdı. Savaşın yavaş yavaş yaklaştığını hissediyordum. Bir tür savaş bilgisiydi galiba bu. Yaşadıkça bilirsiniz işin ucunun nereye varacağını. Kendimi tanıyordum. Biraz daha bekleseydim elime kalem alamayacak haddeye gelecektim. Bu yüzden romanı bir tür telaşla yazdım belki de. Yine de, dışarıda patlamalar, gösteriler olurken, durmadan insanlar ölürken roman yazmaya çalışmanın utancı kaldı bende. 

Bir keresinde bazen yazmak çok anlamsız geliyor, demiştin. Savaş varken hayata dair her şey anlamsızlaşıyor mu? Yazara düşen ne o zaman?

Diyarbakır’da, evimin alt katında bir taziye evi var. Küçücük balkondan aşağı bakarken hep o kederli yüzler… Gençler, yaşlılar, kadınlar, erkekler; yaşlılık, kaza, ağır hastalık, savaş… Her taziye kurulduğunda inip ölenin kim olduğunu, neden öldüğünü, hikâyelerini dinlemeye çalışırım. Ama en ağırı, yaşadığım şehrin birdenbire bir taziye evine dönüşmesi oldu. O şen sokakların birdenbire susması, gülüp eğlenen insanların yüzüne yerleşen o kaygı hali. Koca şehir bir anda yas tutmaya başladı. Hayatta kalmak çabasının yanında yazmak ne ki! Her gün evden çıkarken bunun eve son dönüşünüz olabileceğini düşünmek, kulağımdan gitmeyen o patlamalar, evinden barkından olmuşlarla karşılaşırken yaşadığınız o utancın yanında yazıyor olmak… Daha doğrusu hâlâ yazıyor olmak. Bunun ağırlığını yaşadım. Bana düşen bütün bunları öyle ya da böyle anlatmak, doğru. Ağır geliyor birilerinin acısı üzerine birkaç şey söylemek. Hiçbir şey yapmamış olmanın utancıyla yaşarken hem de. Ama olan biteni bir kenara yazmadığımı kim iddia edebilir. 

Mesela ben edemem. Tabii öte yandan, utançla ilgili söylediğini de anlıyorum. Utanç genel olarak varoluşsal hakikatimizin bir parçasına dönüştü zaten. Hatırlıyorum, ilk zamanlar romanın hakkında konuşmak bile istemedin hiç. Ayıpmış gibi geldi sana. Alt katında bir taziye evi varken, üst katta edebiyat konuşmak rahatsız etti seni. Oysa roman o evin de sesiydi.

Romanım yayımlandığında yaşadığım şehrin dörtte biri yoktu artık. Asla unutamayacağım şeylere tanığım. Kıramadığım, çok sevdiğim bir arkadaşımın söyleşi teklifi hariç hiçbir yere konuşmadım, konuşamadım. Gelen imza ve söyleşi tekliflerini kabul etmedim. Ayıptan öte, yaşadığım süreç şimdilerde kısmen azalan travmatik bir süreçti belki de. Bir de, biz küçükken mahallede yas varsa büyüklerimiz bırak televizyonu, evin içinde koşturmamıza dahi izin vermezdi. Gülüp eğlenirsek ölülerin ruhunun incineceğini söylerlerdi bize. Ölüyü tanımazdık bile. Böylece biz de ölünün yakınlarıyla birlikte yas tutardık. Televizyonlar açılmaz, oyunlar sessiz oynanır, arada bir ölümün varlığı hatırlanırdı. Yukarıda kısmen anlattığım gibi bir dönemde romanımla ilgili söz almak yalnızca incitirdi beni. O yüzden onca emek verdiğim roman yayımlandığında sessizce bir kenara çekildim. 

Kemal sen şiirden geliyorsun. Bu romanlarının diline de yansıyor. Şiirden yola çıkan nereye varır?

Şiirden yola çıkan iflah olmaz. Romanlarımda şiirden uzak durmak için büyük çaba gösterdim. İlk romanımda başardım da bunu galiba. Ama ne yaparsam yapayım Ucunda Ölüm Var’da şiir yeniden gelip buldu beni. İlk başlarda teknik bir zorunluluktu o şiirsel bölümler. Ağıtçı Kadın’ın ağıtları dedim o bölümlere ama şiir de denebilir onlara. Belki de romanın içeriğiyle ilgili olduğu için şiir yeniden belirdi yanımda. Ağıda en yakın tür olduğu için. Yine de bütünüyle teknik meselelerle açıklayamıyorum bunu. İyi kötü kurduğum her cümlemi şiire borçluyum. 

İnsan başladığı yere döner mi peki? Sen şiire dönecek misin? Ya da bir ayrılık yaşandı mı hiç?

Büyük sözlerden imtina ederim. Şiiri bıraktım veya bir gün yazarım diyemiyorum. Günün birinde tekrar şiire dönebilirim. Ama dönmeyebilirim de. Bir derdim var. Bir zamanlar şiirin içine saklıyordum derdimi, şimdi roman aynı vazifeyi görüyor. On yıl oldu şiir yazmayalı. Hatta Ucunda Ölüm Var’ı yazarken zaman zaman romanı bırakıp ufak tefek bir şeyler de karaladım. Yirmili yaşlarda dünyaya şiirle bakan o genç çocuğu anımsadım ve çok üzüldüm. Şiir yazmayı çok özlediğimi fark ettim bir yandan da. Ama şiir diye yazdıklarımı romandaki ağıtlara katmayı tercih ettim. Çok iyi şairler var şimdilerde. Hasetle onları okuyor, uzaktan uzağa onları izlemeyi tercih ediyorum. 

Eserler: Christina Mrozik, Dmitry Morozov, Anastasia Velikanova

Arkanya neresi? Arkanya tarihi? Arkanya kenti özellikleri?

Bu makalede Arkanya neresi onu anlatacağız. Tahmini okuma süresi 3 dakikadır. Ancak Arkanya hakkında her bilgiyi bulabileceksiniz. Arkanya kenti herkesin merak ettiği kentlerden biri. Bu aralar Arkanya hakkında en çok sorulan soru Arkanya kenti ya da Arkanya kasabası isminin nereden geldiği olduğu kadar, Arkanya’nın neresi olduğu da yine merak ediliyor. Arkanya neresi? Arkanya tarihi? Arkanya kenti özellikleri?

Arkanya neresi?

Arkanya neresi sorusunun cevabı yok denilebilir. Çünkü aslında Arkanya diye bir yok. Çünkü Arkanya Kemal Varol’un romanında geçen hayali bir yer. Kemal Varol’un aşıklar bayramı isimli romanı netflix tarafından Kıvanç Tatlıtuğ ve Settar Tanrıöğen’in başrolünde oynadığı bir film ile sinemaya aktarıldı. Ancak Arkanya Diyarbakır’ın Ergani ilçesi olarak tasvir edilmiş de diyabiliriz.

Arkanya Özellikleri

Yapılan kazılarda M.Ö. 7500 ile 5500 yılları arasındaki döneme ait kalıntı ve buluntularla bölgede buğday, nohut, mercimek gibi bitkilerin ekilerek, koyun ve keçilerin de evcilleştirilerek avcılıktan yerleşik hayata geçildiği belirtilen Hilar Mağaraları, tarihi ihtişamıyla görenleri cezbediyor.

Ergani Özellikleri

Sesverenpınar köyü sınırları içerisinde yer alan ve 1. derece arkeolojik ve doğal sit alanı olarak tescillen Hilar Mağaraları ve yaklaşık 500 metre kuzeyindeki Çayönü tarihi dokusu ve günümüz uygarlığındaki yeri bakımından eşsiz bir değere sahip.

Arkanya kültür özellikleri

Mağaralar, göçebelikten yerleşik köy yaşantısına, avcılık ve toplayıcılıktan besin üretimine geçilen önemli bir tarihsel döneme şahitlik ediyor. Jeolitik çağa ait eserlerin ortaya çıkarıldığı Hilar Mağaraları, ilk kez toprağı ekip-biçerek tarımsal alanda bir milat oluşturduğu belirtiliyor.

Ergani Kültür özellikleri

Kemikten yaptıkları kaşık ve çatal görevi gören aletlerin günümüze kadar geldiği bu bölgede, kaya mezarları ve kabartmalar dikkat çekiyor. Kaya mezarlarının bazılarının ön yüzlerinde kabartmalar yer alırken, kabartmaların bazıları üçlü gruplar halindedir.

Arkanya’da turizm

Bazılarının dış cephelerinde Roma Eyalet üslubunda kabartmalar yer alırken, kabartmalarda görülen giysilerin İran üslubunda olması, yazılarda Kuzey Suriye Sami yazısı bulunması dikkat çekiyor. 10 bin yıllık geçmişi bulunan Hilar Mağaralarının, eskisi kadar olmasa da ziyaretçileri eksik olmuyor.

Ergani’de haftasonu

Özellikle hafta sonu ziyaretçi akınına uğrayan mağaralar, Diyarbakır ve çevre illerden gelen ziyaretçilere ev sahipliği yapıyor.

Arkanya tarihçesi

Arkanya veya Ergani ya da eski adıyla Osmaniye Diyarbakır ilinin bir ilçesidir. Dicle’nin sağ kıyısına 10 km uzaklıkta ve halk arasında Zülküf Dağı, Zülküf (Zülkifl) Peygamber Dağı, Makam Dağı olarak isimlendirilen 1526 metre yüksekliğindeki Zülküf Dağı’nın güney eteğine kurulmuş olup Diyarbakır’ın önemli ilçelerinden biridir. Ergani, Diyarbakır ilinin en büyük ilçesidir. İlçe merkezine bağlı, 86 köy bulunmaktadır. Osmanlı devrinde Ergani’ye verilen Osmaniye adı Adana’nın eski ilçesi bugünkü Osmaniye ili ile karıştırıldığı için sonradan Ergani olarak değiştirilmiştir.

Arkanya çok eski bir şehir

Arkanya yani Ergani çok eski bir şehir olup, kuruluş tarihi belli değildir. İlçeye 8 km uzaklıkta bulunan Hilar Şehri harabelerinde yapılan (Çayönü) kazıda, bugünkü bilgilere göre Anadolu’nun en eski köy yerleşimi ortaya çıkmıştır. Çayönü tepesinde ortaya çıkan MÖ 7000 yılına varan kalıntılara dayanarak Ergani’nin 9000 yıllık tarihi olduğu söylenebilir. Osmanlı devrinde uzun zaman Sancak beyliği (il merkezi) yapan Ergani, 20 Nisan 1924 tarih ve 491 sayılı kanunla sancak beyliği sona ermiş Diyarbakır iline bağlı ilçe statüsünü almıştır.

Ergani sancağının merkezi

19. yüzyıl ortalarında Ergani sancağının merkezi, Bakır maden işletilmesi dolayısıyla önem kazanan Maden Kasabasına taşındı. 19. yüzyılda bir mutasarrıf, 3 kaymakam ve 11 müdür tarafından yönetildi. ilçe çok eski yerleşim yeri olup Doğu Anadolu kültürü ile yoğrulmuştur. Ancak bugüne kadar bir kulenin yıkıntıları gelebilmiştir. Ergani kalesi, Ergani yakınında Kolat Dağı yamacında bulunur. Bugün bir yıkıntı halindedir. Kalenin kimin tarafından yapıldığına dair bir kayda rastlanmamıştır. Kale Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Osmanlı dönemi yapıları olarak 19. yüzyıl sonunda Ergani’de Belediye Konağı dışında 3 cami, 10 mescit, 3 Ermeni kilisesi, 1 Protestan kilisesi, 3 han, 3 hamam ve 30 çeşme bulunmaktaydı. Bu yapılardan hükûmet konağı 1891 yılında inşa edilmiştir. Eski hükûmet konağı restore edilerek turizme kazandırılmıştır.

Arkanya coğrafi özellikleri

İlçenin yüzölçümü 1489 kilometrekaredir. Ergani ilçesi idari olarak Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde bulunur, ama coğrafi olarak bir kısmı Doğu Anadolu Bölgesi’nde yer almaktadır. Kuzeyinde Elazığ iline bağlı Maden ilçesi, doğusunda Diyarbakır ili ve Diyarbakır’a bağlı Dicle ilçesi, güneyinde Urfa’ya bağlı Siverek ilçesi, batısında Diyarbakır’a bağlı Çermik ve Çüngüş ilçeleriyle sınır komşusudur. Denizden yüksekliği 955 metredir. Belli başlı akar suları Dicle nehri ve Boğaz çayıdır.

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası